KİNOS – II Dr. Hakkı Açıkalın

KİNOS – II

Garîb bir kurgu…

Çok kasvetli bir hava. Büyük Kabristan’ın içinde yürüyorlar. Birinin hafifçe tökezlediği ancak dikkatlice bakıldığında farqedilebiliyor. 50 m. kadar arkalarında yalnız başına bir kadın bir kadın yürüyor. Hızlı yürüyüşünü Güneş’in, sabah erkenden göğe tırmanışına benzetmek uygun olabilir. Ne bir kuş cıvıltısı, ne böcek sesi ne de bitki hışırtısı… El ayak çekilmiş.

Göreli serin ve kasvetli havaya rağmen yürüyenlerden birinin terlediği hissediliyor.

Ter sırtımın orta hattından bir sicim gibi Sacrum istikâmetinde akıyor. Eş zamanlı olarak gök gürlemeye başlıyor !

Kadın belli ki zinde birisi, gereksiz bir hareketi yok. İlk şimşek şavkı, etrafında göz alıcı bir aura oluşturuyor. Üzerinden geçmekte olduğu yol bölümü yeni bir yama.

Koyu mavi-laceverd bir gökyüzü ile odun kömürü, parlak siyah cenâze arabası ve onun sürücüsünün başındaki, haşlanmış deriden mamûl şapkanın rengi arasında bir görünüp bir kaybolan siluetler kabristandaki muhtelif buudlara mensub hazirûn’un nüfusunu tesbit edebilmeme mâni oluyor.

Sesler ve kokular sahneyi daha da karmaşık hâle getiriyorlar; deri kokusu, cenâze arabasının tekerleklerinin hareket ederken üzerinden geçtiği tabi’ât artıklarının çıkardığı garîb sesler âdeta modunda yürüyen atların nal sesleri, vernik ve aromatik reçine kokuları uyurgezer bir gecenin mahmurluğuyla buluşuyor ve idealar mağarasını telkin ediyorlar.

Hafifçe tökezleyen adam bir ân için başını arkaya çeviriyor ve kadına bakıyor. Sanki çok uzaklarda gibi düşünüyor, belli belirsiz bir imge gibi. Ânîden, kadının yoldan ayrılıp mezârların arasına girdiğini görüyor.Şaşırdığı belli, kendisinin önünde de yolun sağa doğru kıvrıldığını farqedince biraz rahatlıyor ve derin bir nefes alıyor. Kadın yolu biliyordu ve kestirmeden gitmeye karar vermişti. Muhtemelen onlardan önce ulaşacaktı adrese. Sonra birden gözden kayboldu ve kısa süre sonra yeniden belirdi. İkinci şimşek darbesi varlığını netleştirdi. Hiçbir aritmi yok.

Moi, je sentais le sang qui me battait aux tempes.

Kadın bir mezârın başında durdu ve adamlar daha oraya ulaşmadan birşeyler söylemeye başladı, işitilebilenler şunlar oldu :

Kan kırmızı toprak annenin kefenini sarıyor ve kuşatıyor, köklerin beyaz etleri kızıl moleküllere karışıyor. Hâlâ dünyâdasın ; hınzır şehrin sevimsiz ama müteharriq sesleri seni çağırıyor. Yüzümü kesen yoğun fener ışığı bir ân olsun daimî iç hırıltılarımı durdurmuş gibi. Herkesin ıskaladığı bir kişilik sorgusu sürecindesin. Günlerce yüzüne merakla bakacak birilerini bekleyeceksin. Her varlık sevdiklerinin ölümünü az çok arzu eder. Bunu belki de doğal hislerine hâkim olmak için ister. Pas rengli bir kumsalda ölü bir insana defâlarca tekme atmaktan farqlı bir duygu olduğu kesin. Duygu olup olmadığını da bilemeyiz.

Adamlar mezârın başına vardıklarında bu kadına verebileceğim cevÂbı netleştirmiştim ;

Bana, ‘c’est fini pour aujourd’hui, monsieur l’Antéchrist’ demek isteyip istemediğinizi bilemiyorum. Bahsetmekten hiç hoşlanmadığım şeyler vardır. Belki bir gün bu konulardan sözetmek zorunda kalabilirim. Yeni bir hâdise bekliyorum. Bu biraz da azîze la Perla’nın manastırı manevî ziyâretine bağlı. Hücreme her tipten simâ doluşuyor ve benim dengemi bozuyor. Özgürlüğümden mahrum kalıyorum.

Mezârın başındaydık artık, berâber. Hiçbirimiz birbirimize bakmıyorduk. Düşüncelerimizin benzeştiğinden de emin değildim. Sağ gözü protez olan birinci adam sessizliği bozdu, başı önündeydi ;

İnsanların sözlerinin duvarlar gibi sert ve katı olduğu günlerin eşiğindeyiz. Onlar dünyâya bu gâyeyle gelenlerdir. Annemizin zihnini istilâ edenlerle mücâdele için geldiklerinden en ufak bir şübhem yoktur. Gözlerinizde bir parlaklık görebilseydim ruhumu sizlere emânet edebilirdim. İki nedenle bunları söylüyorum ; size ve aslında sizin egemenlerinize direnemem. Aynı, annemin babama karşı direnemediği gibi. Ruhum annemdeki kötüyü ortadan kaldıracak kadar güçlü değil. Fakat, sizin huzurunuzda tek bir şey söyleyeceğim : Kendi kurduğunuz şehri yıkar ve bunu düşmanın eline terqederseniz bir daha sizleri kimse hatırlamaz. Kimse sizi medhetmez ve onurlu kelâmla anmaz. Kanununuz ortadan kalkar. Dünyâ kendi doğasına kolay kolay geri dönemez. Çağ başlangıcı sessizliğine bürünür. Sayısız ruh merdiven boşluklarına çekilir. Ve, insanın tabi’âtının üzerindeki mühür kalkar. Bizim için, üzerinde düşünülecek bir kıymet kalmaz. Gelenler üstyapımız olur.

Hafifçe aksayan ikinci adam hemen değerlendirmeye geçti ;

Bu şehir uzun zaman boyunca darmadağın kalacak. Ve, halq bu süreçte erdemi öğrenecek. Dünyâ zarurî olanın mekânı olacak. Bütün kayalara kanunlar kazınacak. Hizmetkârlar, kurbanlar toplayan bir gelenek oluşturacaklar. Talimât gelene kadar herkes yerinde kalıp bekleyecek.

Bu konuşmadan sonra kadın her ikisini de süzdü ve biraz da mahzun bir edâyla konuşmasına başladı. Farqlı bir uslûbu vardı, çok siyâsî görünüyordu;

Emperyalizm genel mânâda, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişmesi ve doğrudan devamı olarak ortaya çıkmıştır. Fakat kapitalizm, kapitalizm hâline ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir seviyesinde, onun temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı ve bütün alanlarda, kapitalizmin daha yüksek bir toplumsal-ekonomik düzene geçiş döneminin bazı öğeleri biçimlenip belirlediği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde ekonomik açıdan esâs olan, kapitalist serbest rekâbet, kapitalizmin ve genel olarak met’â üretiminin temel özelliğidir ; tekel, serbest rekâbetin tam karşıtıdır ; fakat, bizzât serbest rekâbet büyük üretimi oluşturarak, küçük üretimi safdışı bırakarak, büyük işletmenin yerine daha büyüğünü geçirerek, kısacası, üretimin ve sermâyenin yoğunlaşmasını tekelleri doğuracak kadar arttırarak, büyük işletmenin önünde tekel durumuna dönüşmeye başlamış ve karteller, sendikalar, tröstler ve sermâyeleri bunlarla içiçe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir seri banka oluşmuştur. Tekel, kapitalizmden, daha yüksek bir düzene geçiştir. Bu anlamda emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Cinnet burada başlıyor.

Kadın Lenin’in ağzından konuşuyordu fakat aslında Leninist değildi. Neden böyle bir değerlendirme yapmıştı. Neredeyse büyük burjuva düzeyindeydi hattâ aristokratik bir damarı vardı. Belki ve tersinden, kendisini tâ Fransız İhtilâli’inde bitirmeye kasdeden ve bunu büyük ölçüde başaran burjuvaziye karşı duyduğu gizli nefreti anlatıyordu ancak neden Leninist bir jargona başvuruyordu ? Acaba, global kapitalizm onu da mı olumsuz etkilemişti ya da anti-Amerikancılığı – ki, belirgin olmalı – artık anti-emperyalizme mi evrilmiş veya dönüşmüştü ? Tamam, birbirimizi ve hiçbirimiz birbirimizi pek sevmiyorduk. Düşman değildik gerçi fakat yine de aramızda mânevî bir kılıç vardı ve bu kılıcı çekip çıkarmaya kimse cesâret edemiyordu sanki bu kılıç bizi hem ayırıyor hem de kenetlenmemizi sağlıyordu. Özünde birbirimizi sevdiğimiz doğru bir değerlendirme olacaktı. Hayata bakışlarımız, ona yüklediğimiz anlam farqlı olmakla birlikte herbirimizin ruhu gizemli bir sahrada buluşmayı ve orada huzur bulmayı umuyor ve bekliyordu. Hepimiz bir özeleştiri süreci içindeydik ancak benliğimiz bizleri bu derinliği kapatıyordu. Ne demeliydim, bilemiyordum ve gırtlağımın üzerinde dolaşan alıcı bir kuşun çoktan sadrıma oturduğunu görebiliyordum. Yapacağım değerlendirme hem nihaî, hem bağlayıcı ve hem de belirleyici olacaktı. Yolu süpürsem kellemden olabilecektim ama tarih beni iştiyâkla, saygıyla ve hürmetle anabilecekti. Öte yandan bu süreci savsaklamaya kalksam birinci adamın dediği gibi halefler esâmemizi okumayacaklar veya lânetleyeceklerdi. Mevtâ(lar) ve hayy olanlar beklemedeydi ve kritik bir yerde duruyorduk. ‘Si j’avais le trac’ diye geçirdim içimden, kamu önünde bir korku duyup duymadığımı soruyordum.

Kısacık bir zaman dilimi bana bir yıldızın ömrüne eşdeğer gibi geldi. Demirini tüketmiş, karadeliğin yanına yaklaşmış, kütlesi 100 milyon insanınkine eşit olmuş ve aşırı yoğunlaşmış bir Kara Cüce yıldızı gibi elektronlarıma sığınmaya, sokulmaya gayret ediyordum. Şakaklarımdaki çarpmaların sebebi buydu. Diğerleri sıralarını savmışlar ve mes’ûliyetin büyüğünü bana bırakmışlardı. Peki, çok uygun kelimeler kullansam ve umudları yeşertsem ne olacaktı ? Yeterli miydi ? İnsanın suya denk bir dinamiği olduğunu biliyor olmam suyun önünü açmamı gerektiriyor muydu ? Çok ince hesablar beni epey zorladı. Bir ara, hiçbir şey söylemeden Goristan’dan ayrılmayı düşünmedim değil fakat sağlıklı bir eylem olmadığına hükmetmem fazla uzun sürmedi. Kaldım. Bir taraftan da kendimi bir çözüm gücü olarak görüyor brlki de avutuyordum. Neticede konuşmak zorundaydım.

Je n’ai jamais grand-chose à dire et c’est pourquoi je dois me taire diye fısıldadım, kimse duymadı. Sesimi duyurabilmem gerektiğini düşündüm.

Bir adam çok para kazanmak için yaşadığı kasabadan ayrılır ve uzaklara gider. 20 yıl içinde servet sahibi olur ve kasabasına geri döner, eşi ve çocuğu yanındadır. Annesiyle kızkardeşi kasabada bir işletmektedirler. Parayı o göndermiştir. Onlara bir sürpriz yapmak ister ve eşiyle kızını başka bir otele yerleştirip kendisi annesinin işlettiği otele gelir. Annesi onu tanımaz ve o da kendini tanıtmaz. Bir oda kirâlar. Gece annesi ve kızkardeşi tarafından çekiç darbeleriyle öldürülür ve cesedi nehire atılır. Sabah adamın eşi otele gelir ve onun adını vererek kendisinin geldiğini haber vermek ister. Anne kendini asar ve kızkardeş kuyuya atlayarak intihâr eder.

Bir yönüyle akılalmaz diğer yönüyle doğal bir olay olarak algılanabilir. Oyundur ve her oyunun risqleri vardır. Risq bedel anlamındadır, ölüm hâric değil. Oh, iyi olmuş denebilir ve sonunda bedelini ödemiştir. Işıkla gölgenin sürekli yer değiştirdiği gibi oyun karakterleri de sürekli yer değiştirir, değişir. Zaman mefhumunun değiştiği farqlı bir boyutta insan da klasik varlığı anlamında tükenir. Bunun bizim için bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Günler aynı ânda hem çok uzun hem de çok kısa olabilir. Uzun olanlar daha iyi görünebilir fakat çok rehâvet verici ve iskeleye değil de birbirine yanaşan gemiler gibi güvensizdirler. Fakat bu günler pasif de olsa hareketlidir. Orada günler isimlerini kaybederler. Dün de bugün de ve kuşkusuz her zaman kelâm sırrını korumaya devâm eder. Buna belki inanırız fakat anlayamayız. Hayatımız aslında tek bir gündür ve Tek’ten kesrete katman katman yayılışı farqlı günler zannederiz halbuki onun peşindeyizdir. Aynaya baktığımızda ensemizi her göremeyişimiz acı bir tebessüme yol açar ve sürünün hâlâ beyaz koyunlarından biri olduğumuz bize hatırlatılır. Kendi kendimizi ânlık olarak ajite ederiz. Bir sağırlar kortejidir yolumuzu tıkayan. İmajımızla her karşılaşmamız bir istiğrak hâli değilse bizim için de kufos damgası müstehâq olur. Sesimizin yankıları işitilmez.

Bu konuşma yarıda bırakılan bir konuşma oldu. Hikâye de bitmedi. Başka bir format ve yerde devam edecek. Under ground olabilir….

Dr. Hakkı Açıkalın

Join the Conversation

  1. zeyl writes:-ŞUUR-Sur’a üfürüldü bir Cumartesi.Bir Vaşak öldü Gâvur deresinde,Haşyet perdeleri yırtıldı halkın,Âdem haşroldu,Sıretlere şerhler yazıldı,Umman toprağa aktı.Anti-madde çerçileri dirildilerPlanktonlar kabristanındaki lahitlerinden.Taş balıklarına bastı hınzır tıynetli ahlatlarDavudî bir vâveyla koptu Arz’ın merkezinden!1992Şuurdan bir bölüm.Sevgili meslektaşım elinde kırk hüner ile ve çalışmalarıyla hep beni etkilemiştir.Makalelerini takip etmekteyim.

Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir