I – ŞEYTAN ve HANCI
Bir zamanlar şeytan bir handa konaklamaya başladı. Eğitimleri epeyce ihmal edilmiş insanlarla doluydu han, kimse onu tanımadı. Haşarılığı aklına koymuştu bir kere, bir süre herkesi yıldırdı. Ama sonunda hancı resti çekip, şeytanı karşısına aldı.
Elinde uzunca bir halat vardı.
"Şimdi dayağı hak ettin," dedi hancı.
"Bana sinirlenmeye hiç hakkınız yok ," dedi şeytan. "Ben buyum ve yanlış davranmak benim tabiatım”
"Gerçekten mi?" diye sordu hancı.
"Sizi temin ederim, gerçek bu," dedi şeytan.
"Gerçekten kendini alıkoyamıyor musun kötülükten?" diye sordu hancı.
"Bir an bile," dedi şeytan; "benim gibi birini dövmek yararsız bir zalimlikten öteye gitmez inanın."
"Hakikaten öyle galiba," dedi hancı.
Bir ilmek attı elindeki halata, boynundan geçirip şeytanı astı.
Ve geriye çekilip mırıldandı, "Böylesi daha iyi!"
II – İKİ KİBRİT ÇÖPÜ
Günün birinde bir gezginin Kaliforniya ormanlarına düştü yolu. Kurak bir mevsimdi, alize rüzgarlarının ortalığı kasıp kavurduğu. At sırtında uzun mu uzun bir yol gelmişti, açtı ve yorgundu. Bir pipo içebilmek için atından indi. Ceplerini kontrol ettiğinde sadece iki kibrit çöpü kaldığını fark etti. İlkini çaktı, ama ateş alamadan söndü gitti rüzgarla, kala kala tek bir kibrit çöpüne kaldı.
"İşte bu harika!" diye geçirdi içinden gezgin. "Bir pipo için canımı verebilirim ve olasılıkla ateş almayacak olan tek bir kibrit çöpüm var! Benim kadar talihsiz adam var mıdır dünyada? Ama yine de” diye düşündü “bu kibriti çaktığımda pekala ateş alabilir, pipomu içerim, içini otların üstünde temizlerim, öyle kuru ki otlar çalı çırpı misali ateş almalarına şaşırmamalı; tutuşan otları söndürmeye çalışırken, elimden kurtulan alevler çoktan şu zehirli meşe çalılıklarına uzanmış olur; ona da yetiştim diyelim, esinti alevleri önüne alıp başka tarafa savurur; çalıların üzerine dallarını sarkıtmış şu çam ağacına ne demeli; bir kıvılcım sıçradığı dakka en üst dalına kadar ateş alacak besbelli; tüm ormanı cayır cayır yakabilecek bu dev meşalenin alevleri nasıl da sürüklenir çılgın alize rüzgarları ile kimbilir! Bir an için yangın ve rüzgarın sesinin birleşmesiyle kükreyişini duydum sanki şu küçük vadinin, canımı kurtarmak için delice koşuyorum ve alevler kovalıyor beni karşıki tepelere doğru; bu güzelim ormanın günler boyunca yanacağını düşünüyorum da, tüm sığırların telef olduğunu ve kuruduğunu tüm kaynakların, ne büyük zarar görürdü bütün çiftçiler, dört bir yana savrulurdu hepsinin çocukları. Hayat nasıl da değişebiliyor bir anda!”
Bu düşüncelerle uzandı ikinci kibritine, çaktı ateş almadı. “Tanrıya şükürler olsun!” dedi gezgin, yerleştirirken piposunu tekrar cebine.
III – HASTA ADAM ve İTFAİYECİ.
Evvel zaman içinde, çıkan bir yangında evde bulunanları kurtarmak için içeri giren bir itfaiyeci, hasta bir adamla karşılaştı.
"Kurtarma beni dedi," dedi hasta adam. "Güçlü olanları kurtar."
"Bana nedenini açıklayabilir misiniz lütfen?" diye sordu itfaiyeci, bu işi gönüllü olarak yapan biriydi.
"Bundan daha adil bir davranış biçimi olamaz," dedi yaşlı adam. “Her durumda güçlü olanlar tercih edilmeli, onlar dünyanın işine daha fazla yararlar."
İtfaiyeci hastanın söylediklerini bir süre düşünüp tarttı, felsefe ile az çok ilgisi olan bir adamdı. "Pekala," dedi sonunda, bu arada çatıdan bir parça çatırdayarak inmişti odaya; “fakat bu sohbetimizin hatırına bana söyler misiniz, en önemli işlevi nedir güçlü olanların?
"Çok basit," diye karşılık verdi hasta adam; "güçlülerin en önemli işlevi zayıflara yardım etmektir."
Söyledikleri itfaiyecinin üstünde etkili oldu, iyiden bir adamdı, içinde hiçbir kötülük yoktu. “Hasta olduğunuz için sizi anlayabilirim” dedi neden sonra, duvarın bir bölümü daha gürültüyle yıkıldı o esnada “ama bu kadar aptal olmanızı bağışlayamam.” Son derece adil bir insandı, baltasını olanca hızıyla kaldırıp yaşlı adamı yatağına mıhladı.
IV- TÖVBEKÂR
Adamın biri ağlamakta olan bir gence rastladı. “Niçin ağlıyorsun?” diye sordu.
"Günahlarım için ağlıyorum," diye cevap verdi delikanlı.
"Başka işin mi yok be oğlum!" deyip geçti gitti adam.
Ertesi gün yeniden karşılaştılar. Delikanlı yine oturmuş ağlıyordu. "Bugün neden ağlıyorsun peki?" diye sordu adam.
"Ağlıyorum çünkü bir lokma yiyeceğim yok," diye karşılık verdi delikanlı.
Başını salladı adam, "Nedense biliyordum işin buraya varacağını"
Sarı Boya
Şehrin birinde sihirli sarı boya satıcısı bir şifacı yaşıyordu. Öyle özel bir boyaydı ki bu, tepeden tırnağa boyananlar, dünyadaki tüm tehlikelerden korunup günahlarından arınmakla kalmaz, ölüm korkusunu da gömerlerdi sonsuzluğa. Şifacı da böyle söylüyordu ilacın yanına iliştirdiği prospektüste; herkes de onaylıyordu, yaşayan kim varsa kentte. Hiçbir şeyi bu boyaya bulanmak kadar dilemiyorlardı yürekten; hiçbir şey daha çok sevindirmiyordu onları berikileri bu boyaya bulanmış görmekten. Aynı kentte bir de gençten bir çocuk vardı, en iyi ailelerden birine mensup, gel gör ki yaşantısı da bir o kadar başıboş ve savruk. Vardığında adam olacak çağa, artık bahanesi kalmamıştı boyanmamaya. “Yarından tezi yok tamamdır” diyordu her seferinde, yine ve hep yan çiziyordu günü gelince. Olasılıkla ömrünün sonuna kadar da yan çizmeye devam edecekti; kendi yaşlarında, huyu suyu da kendisine benzer, üstelik vücudunda da boyanın zerresi bulunmayan bir arkadaşı, şehrin ana caddesinde volta atarken bir su arabası tarafından ezilip paramparça olmasaydı eğer hayatının baharında. Bu olay genç adamı iliklerine kadar sarstı. Görülmemiş bir istekle boyanmakta karar kıldı. Aynı akşam, fonda çalan uygun bir müzik ve tüm ailesinin de hazır olduğu halde, gözyaşları içinde üç kat boya sürdürüp, en üstüne de bir kat koruyucu cila çektirdi. Kendisi de huşu gözyaşlarına boğulan şifacı, daha önce hiç böylesine iyi bir iş çıkarmadığını itiraf etti.
İki ay geçmişti ki, genç adam bir sedye ile şifacının evine getirildi.
"Bu ne demek oluyor söyler misiniz?" diye haykırdı, açılır açılmaz evin kapısı.”Hayatın tüm tehlikelerinden korunmam gerekirdi benim; işe bakın ki aynı su arabası beni de altına aldı ve bacağım kırıldı”
“Sevgili çocuk” dedi şifacı “Bu çok üzücü bir durum. Ama boyamın buradaki işlevini açıklamama izin ver. Olabileceğin en kötüsü düşünüldüğünde nedir ki bir kırık kemik? Kaldı ki bu sınıftaki kazalar boyamın işlevsellik alanının oldukça dışında sayılır. Günah, sevgili genç dostum, günah bilge bir adamın korunması gereken tek felakettir. Seni günaha karşı efsunladım; doğru yoldan saptırılmaya çalışıldığında, işte o zaman gel, bana boyamdan haber ver.”
"Oh!" dedi genç adam, "Bunu anlamamıştım ve epey hayal kırıklığına uğradım doğrusu. Ama yine de her şeyin en iyisine varacağından eminim; gelmişken kırık bacağımı da tedavi ederseniz size minnettar kalırım”
"O benim işim değil," dedi şifacı; "ama adamların köşedeki cerrahın evine kadar taşırlar ise seni, onun acını hafifleteceğinden eminim.”
Üç yıl kadar sonra, genç adam büyük bir endişe ile palas pandıras daldı şifacının odasına. “Bu da ne demek oluyor?” diye bağırıyordu. “Hani günahla olan tüm ilişkimden arındırılmıştım burada ben! Ne kundakçılık yapmadığım kaldı ne sahtekârlık, işlediğim cinayet de cabası.”
"Sevgili oğlum," dedi şifacı. "Bu çok ciddi bir durum. Hiç vakit kaybetmeden soyun." Genç adam üstündekileri çıkartır çıkartmaz, onu tepeden tırnağa muayene etti. “Yok” diye bağırdı büyük bir rahatlamayla “küçücük bir bozulma bile yok. Gülümse hadi genç dostum, boyan ilk günkü kadar iyi, emin ol.”
"Tanrı aşkına!" diye gürledi genç adam, "ne halt etmeye yarıyor bu boya peki?"
"Nedense," diye cevapladı şifacı, "sana boyamın tabiatını açıklamam gerektiğini hissediyorum. Tam olarak günahtan korunamazsın bu boyayla; ne var ki acı verici sonuçlarından uzak tutar seni. Öbür dünyadan çok burada işine yarar anlayacağın; kısacası, seni koruduğum aslında ölümdür. Ölümle yüz yüze geldiğinde, işte o zaman bana gel ve boyamdan haber ver.”
"Oh!" diye inledi genç adam, "Bunu anlamamıştım ve bu yüzden de biraz hayal kırıklığına uğramış olabilirim. Fakat hiç şüphe yok ki her şey iyiliğim için; bu arada, masum insanlara yaptığım kötülükleri telafi etmeme yardım ederseniz bana büyük bir iyilik etmiş olursunuz”
"O kesinlikle benim işim değil," dedi şifacı; "ama köşeyi dönünce bir polis karakolu göreceksin, oraya gidip anlatırsan olanları, vicdanını rahatlatacaklarından eminim.”
Altı hafta sonra, şifacı şehir hapishanesine çağrıldı.
"Bu ne demek oluyor şimdi?" diye ağlamaklı bir sesle yakındı genç adam. "Halime bakın, milim milim kaplandım sözde şifalı boyanızla; önce bacağım kırıldı, sonra da neredeyse olabilecek tüm suçları işledim, yarın idam edileceğim; bu arada hissettiğim korku öylesine büyük ki kelimelerle anlatmaktan acizim.”
"Sevgili çocuk," dedi şifacı. "Bu gerçekten şaşırtıcı öyle değil mi? Düşünüyorum da, ya bir de boyanmasaydın, ne çok korkacaktın kim bilir!”
Robert Louis Stevenson
Tercüme: Feryal Tilmaç – altZine