HİKÂYESİNİ ARAYAN HİKÂYECİ – Hakan Yaman

HİKÂYESİNİ ARAYAN HİKÂYECİ

«Karanlığı seviyorum… Eşya ile aramdaki ilişki görünür nisbetlerden sıyrılıp şuurun aydınlığına teslim oluyor ve muhayyilemin tasavvur sınırları genişliyor: Karanlığı seviyorum, evet!.. Ama canımı sıkıyor karanlık. Hayalimde idealleşen hayat zemininin dekorunu saklıyor benden. En iyisi alaca karanlık… Ama ya şu hikaye!.. Yoksa yazmaktan vaz mı geçsem? Olur mu canım?..»

Uzandığı kanepeden ağır ağır doğruldu ve reflekslerine teslim bir vaziyette, koltuk ve sandalyelere sürtünerek elektrik düğmesine yaklaştı ve yarım saat önce uyumak niyetiyle söndürdüğü ışığı yaktı. Biraz önce siyaha boyanmış bir boşlukta saklanan eşya bütün diriliği ile yeniden karşısındaydı işte!.. Halıyı alırken motiflerinden ziyade renk uyumuna dikkat ettiğini hatırladı. Hatta modern ressamlardan aparıldığı hissini veren bu şekillere hiç dikkat etmemişti.

«Sahi, ne kadar benziyor o resimlere? İyi ama resim niçin yapılır? Herhalde halılarda, tabaklarda ve masa örtülerinde motif olarak kullanılsın diye değil. Vay be, mobilyacılar, halıcılar, bilmem neciler halkımızın estetik doyuma ulaşması için elbirliği etmiş… Yaşasın estetik beslenme!.. Ne hikayesi ulan; yırt at!..»

Küçümseyici bir şekil aldı tebessümü. Aslında uyumanın binbir mazeretini kolluyor, ama ne kafasındaki tasarıları feda edebiliyor, ne de “uyumalıyım” saplantısından sıyrılabiliyordu. Ruhun buğulu bir hüznü değil, şuurun kapısını zorlayan, bir şekle girmek, kalıba dökülmek için hoplayıp zıplayan hikaye tasavvurlarının dondurucu sıkıntısıydı yaşadığı.

Şuuru tırmalayan bu fırtınalı sıkıntının, aynı şuuru ninni gibi sakinleştiren durgun bir sonbahar hüznüne dönüşmesini ne kadar isterdi. Klasik Türk musikîsinin susmaya can atan hicranlı nağmeleri ile sık sık çılgınlığın sınırını ihlâl eden metalcilerin diş kamaştıran gürültüsü geldi aklına.

«Sağlam bir ruhun hazin hâllerinin ifâdesi olan şarkılarımız yücelten ve yükselten bir hüzün taşır. Tilki Günlüğü’nde hüzün kelimesinin “zenginlik” ve “hazine bekçiliği” ile aynı mânâ hizasına denk gelmesinin sırrı galiba öz musikîmizde saklı: Dünyayı gurbet bilici ve ruhu zenginleştirici hüzün… »

«Peki, niçin hikayemi aynı zenginleştirici hüznün dokusu içinde yoğurmuyorum? O unutulmuş şarkıları hikaye formunda şâd edebilirim. Yahya Kemal’in şiirde yaptığını, ben hikayede… Yok canım, daha neler?.. Uykusuzluk başıma vurdu, sıkıntı da cabası… Ben değil miydim “sanatçı çağının şahididir” ve “zaman ândan ibarettir” ölçülerinin iç mânâlarına nüfuz etmek için çırpınmalıyız diye mangalda kül bırakmayan?..»

Dudaklarını kıpırdatmadan düşünüyordu:

«Ama haksız değildim ki… Üstelik büyük bir medeniyetin sesi olan geçmiş musikîmiz ve divan şiiri günümüz insanını tamamen doyuramaz derken bile bunlarda zamanı aşan tazelikler olduğunu unutma gafletinde bulunmadım. Tezatsız bir cemiyetin içinden fışkıran o sanat yine tezatsız bir cemiyete sesleniyor, muhataplarını iç âlemlerinde hür bir yolculuğa davet ediyordu. Yani kendi zamanının mânâsına mutabıktı.»

Dudaklarını kıpırdatmadan düşünmeye devam ediyordu:

«Günümüz insanı ise tarihin bir benzerini görmediği ve başarısızlıkla noktalanan bir medeniyet değiştirme hamlesinin şokunu üzerinden atamamış vaziyette… Hayale sığmayacak tezat uçurumlarına yuvarlanmış insanlar, karmaşıklığın pençesinde çılgınca kıvranıyor. Bu zamanı kuşatacak, nizâmlayacak sanat elbette daha farklı olacak, olmalı…»

Hâlâ dudakları kıpırdamıyordu:

«Böyle bir anlayıştan hareket etmek, zamane insanlarının seviyesine düşmek ve onların çapı kadar eser vermek değil ki… Aksine, bir doktorun tedavi edeceği hastaya dokunma mecburiyeti gibi, çağını ve toplumu nizâmlayacak sanatçının, nizâmlayacağı toplumun kaosuna ortak olma, hatta o kaosu bütün dehşetiyle yaşama zaruretinden doğar bu anlayış.»

Saatin "tiktak"ları zamandan kopuk bir tekdüzelikle güya zamanın şarkısını söylerken, farkında olmadan uzandığı yerden bir kitaba takıldı gözleri. Bu defa dudaklarını kıpırdatarak düşündü:

«Mesela şu münekkid demeye dilimin varmadığı dangalak… Necib Fazıl’ı şiirindeki metafizik gerilim sebebiyle dindar bir şair kabul etmeyen ve dindar şairin Yunus Emre gibi huzurlu olacağını söyleyen öküz!.. Ne bilsin, üstün sanatçı çağının şahididir ve yerine göre ya davacısı, ya müdafaacısı… Yani sürekli alışveriş hâlindedir yaşadığı “ân”la… Hüneri metin ezberlemekten ibaret salağa bunları nasıl anlatırsın?»

Dudaklarındaki kıpırtı yeniden kayboldu:

«Ya benim hikayemde… Korku motifleri… Güzellik usûlüyle… Ama meselesi olmalı… Yoksa…»

Saatin "tiktak"ları dil çıkaran bir çocuk şımarıklığı ile yoluna devam ederken sadece ağzının değil, şuurunun dudakları da kıpırdamaktan vazgeçmişti. Aranınca gelmeyip, en verimli keşif sürecinde bastıran uykunun azizliği…

(Düşünceleri hâlâ kurtulamamıştı gördüğü rüyanın dehşetinden. Kalktı ve ağır adımlarla lavaboya yürüdü. Aynaya baktı, gözleri kan çanağı, saçları bir kabus ormanı… Tanınmaz hâle gelen yüzünü yıkayıp salona geçti ve balkon kapısının yakınındaki bir koltuğa oturmadı da yığıldı adeta. Uyku yorgunuydu, uyku ve rüya…

Kendi ölümünü görmüştü bu gece. Cansız bedeninin başında bütün tanıdık suretler çığlık atıyor, ağlıyordu. Yıllar önce ölen annesi, ilk aşkı, çocukluk arkadaşları, bir masal ikliminde unutulmuş bütün çehreler belirip kayboluyor, birkaç damla yaş bırakıyorlardı.

Birden mekân değişti… Bir mezarlık ve derin bir çukur… Gömüleceğini anladı… «Hayır, hayır, yapmayın…» Bağırmak, haykırmak istiyor ama sesi çıkmıyor… Üzerine önce kerpiç atmaya başladılar, sonra toprak… Güneş ışığı ile bedeni arasındaki son temas noktası kapanırken, kulağında yankılanan «hüviyet, hüviyet» çığlıklarıyla uyandı.)

– Demek uyanınca bütün müsvetteleri yırttın. Büyük cesaret doğrusu… Ama bütün taşkınlığına rağmen günlerdir yazamadığın satırların bir çırpıda dökülmesi sevindirici…

– Yazamadığım değil, bir noktadan sonra yazmaya cesaret edemediğim…

Denize elli metre yükseklikten bakan yemyeşil ağaçların arasındaki park masalarından birisinde zevk sahibi dostuyla sohbete kaptırmıştı kendisini. Sigarasından derin bir nefes çeken dostu, gözlerini kül tablasının üzerine çevirip tane tane konuştu:

– Sanırım Çehov’a ait bir söz: «Bir kül tablasına bakarak bir hikaye yazabilirim.»

– Elbette bir kül tablasına bakılarak bir hikaye yazılabilir. Ama mesele o değil… İçini doldurabiliyor musun? «İşte bütün mesele… » O kül tablasının etrafında hangi ulvî mânâ tütecek?.. Yalnızca sigara dumanı tüterse komik olur. Sayfaları doldurmak zor değil ki… « Bu kül tablaları bana gençliğimin en şuh günlerini hatırlatıyor. Belki hayatımın en renkli günlerinin şahidi onlar… İlk kez “seni seviyorum" dediğim zaman kül tablası vardı masada. İlk buluşmada, ilk ayrılıkla hep kül tablaları…» Yalanın ucu mu var, salla sallayabildiğin kadar.

– Hah hah, çok hoş doğrusu!.. Önce çocukluğundan başlarsın. Yalnızca Cumartesi geceleri çıkan “Türk Sineması”nı izlemek için bütün aile heyecanla televizyonun karşısında toplanmıştır. Babanın önünde filmin sonuna doğru gittikçe dolan bir kül tablası vardır.

– Yani, onu demek istiyorum. İş yazmak olduktan sonra palavra bol. Hikayenin sonuna doğru, birgün hikayecinin yazı masasının başında çalışırken öleceğini ve o anda kül tablasının onu seyredeceğini belirttin mi, al sana Sait Faik’i aratmayacak bir hikaye!..

Onun böyle hırçınlığa bulaşmış bir heyecanla konuşması dostunun hoşuna gidiyor ve bahsin genişlemesi için damarına basmaya uğraşıyordu:

– İyi hoş ama, sen önceki yazdıklarının aksine bedenî hareketlerin ön plana çıktığı hikayeleri mi idealleştiriyorsun?

– Ne münasebet? Meseleyi ucuzuna getirip harcamaya kalkma! Tasavvufta insan kalbinin bir âlem olduğu anlayışı vardır ve asıl hareketler ruhta yaşanmaktadır. Bedenî hareketlerimiz ise içimizdeki hareketliliğin yüzde bilmem kaç fenomenidir sadece… Kendi içimizde hergün yüzlerce deprem olur; coşar, ağlar, hiddetlenir, özler, en akla gelmedik şeyleri umut ederiz farkında olmadan. İnsanın görünen davranışları, kendi içinde farkında olmadan yaşadığı hayatın belki sadece yüzde biri…

Susunca, bahsin uzamasını isteyen arkadaşı hemen atıldı:

– Hikaye bir tarafa, birçok meşhur romanda bile durum böyle… Peyami Safa’nın “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”nda hareketler ne kadar kısıtlı?.. Kezâ “Bir Tereddütün Romanı”… Adı üzerinde vak’aların değil, tereddüdün romanı… Veya Marcel Proust… “Geçmiş Zamanın Peşine” düşen kahraman, bir bardak çayı yudumlarken sayfalar akıp gider.

Hikayeci heyecanla araya girdi:

– Bütün bunlara rağmen okuyucunun bir romanda dinamik vak’a arama hakkı vardır. Çünkü yazarın önünde geniş bir hareketlilik imkânı mevcut… Halbuki hikayecinin zaman ve mekânı sınırlı… Dağılmamak, tekbir noktada yoğunlaşmak ve adeta duygu ve düşünceyi tabletleştirmek mecburiyetinde… Zor, çetin ve sahici hikaye budur.

Sözün burasına gelince durdu. Çayını yenilemek istedi, demlik boşalmıştı. Yeni bir sipariş vermek amacıyla, gözleriyle garsonu ararken “Öncü Hikayeci"yi ve "Müjdelerin Müjdesi"ni düşünüyordu. Çaydan vazgeçip, o hikayelerden birisindeki Adem’in cümleleriyle devam etti konuşmasına:

– « Hikaye mi? Hikaye, roman, şiir, şu ve bu, benim için çerezlik değil, keyfiyetin alet özelliklerinde görülmesi işidir! » Anlıyor musun dostum?.. İşte meselenin bamteli… Keyfiyet, ama sahici mânâsıyla… Sanma ki ben bu kelimeyi kullanınca onun mâlîki oluyorum veya hikayem bir keyfiyet ifade ediyor. O kadar ucuz değil. Üstelik Adem’in tek vurgusu “keyfiyet” değil; onu merkeze alarak «alet özelliklerine» de gönderme yapıyor.

Dostu, ıstırabını anlayan bir tebessümle konuştu:

– Bir yazımda Türk hikayeciliği için “kolayca yazar sayılmak isteyenlerin sığınağı” diyordun.

– Bravo, tam zamanında hatırlattın. Romanın istediği geniş senteze gücü yetmeyenler kısa hikayelerle yutturmaya çalışıyorlar kendilerini. Kısacası romanın hususî zorluklarından kaçıyorlar. Üstelik kaçtıkları yerin kendilerinden istediği tecrid bünyesinden de mahrum oldukları meydanda.

– Evet, Büyük Doğu Mimarı’nın ilk gençlik şiirlerinden birisinde ifade ettiği gibi: «Bir rüya uğrunda ben diyâr diyâr / Gölgemin peşinden yürür giderim.» Yalnız unutma, yürümekten yürümeye fark var. Yularından kurtulan sıpalarda yürür; hayatın muammasını “yolların iniş, yokuş ve kavisinde” arayan soylu idrâkın sahibi de… İş yürümekte değil, yürüyende…

Kalktılar ve ayrılacakları sırada yeniden konuştu:

– Okuyucu, hikayenin sonu yaklaşana kadar bu yolculuğun şehirlerden ziyâde kitapların diyarında geçtiğini anlamamalı diye düşünüyorum. Ne dersin?..

Dostu bilgiç bir eda ile sırıttı:

– Azizim, ben okuyucuyum. (Bodler)in darağaçları kuran nazik canavara benzettiği riyakâr okuyucu… Hunharlık tiyatrosunun baş aktörüyüm yani… Ne yazarsan yaz; muvaffak olursun veya olamazsın. İşte, namlunun ucundaki hedef tahtası orasıdır. Anlıyorsun değil mi?

Bahar sabahlarının cıvıltılı serinliğinde yazmaya başlıyor, yorulana kadar kelimeler cümleleri, cümleler sayfaları kovalıyordu. Öğle vakti bahse değmez günlük ihtiyaçlardan sonra kısa bir yürüyüş… Yeniden eve, bu defa okumak için kapanış… Bir eser üzerinde çalıştığı zamanlar genellikle başına gelen hâl yine musallat oluyor, onbeş-yirmi sayfa kadar okuduktan sonra anlayışı ile kitabın cümleleri arasındaki köprü çatırdıyor, kelimelerin bazıları zıplayarak şuurun zeminine ayak bassa bile birçoğu dalgınlığın uçurumuna yuvarlanıyor, mânâlar arasındaki irtibât güme gidiyordu. Okuma veriminin iflasa sürüklenişini işaretleyen bu parçalanışa engel olmak için birkaç sayfa geriye dönüyor, ama kısa bir süre sonra daha şiddetli bir dalgınlık bastırıyor, bunun üzerine kitabın içine giremediği için bunalıyor ve elinden bırakıyordu.

Gece olunca yazdıklarını yeni baştan okuyor, kâh bu sabah karaladığı satırlarla öncekiler arasındaki irtibâtı kopuk buluyor, kâh muhayyilesinin zayıfladığı korkusuna kapılıyor, kâh müşahedenin yetersizliğinden yakınıyor, kaleminden damlayan satırların birçoğunu karalıyor, aralara bazı bölümler eklemek için sayfa kenarlarına cümleler yazıyor ve onların etrafına çizgiden bir hisar ördükten sonra, yerleştireceği yere kadar eğri bir ok uzatıyordu. Ve bütün bu tasarılar boyunca muayyen bir okuyucu zümresinin yorumları kulağında çınlıyor… Sık sık aklına bir yazarın “okuyucu eserden önce vardır” iddiası gelir.

«Galiba doğruluk payı olan bir düşünce… Her yazar bilerek veya bilmeyerek idealindeki mücerred bir zümreyi hedef alıyor, onlarla konuşuyor veya eseri üzerinde tartışıyor gibi yazıyor. Kısacası, her yazar bir adrese gönderme yapıyor. Ulaşırsa ne âlâ…»

Günleri yaklaşık bu tempoda geçiyordu. Kimi zaman kurgusunda değişiklikler yapılan, sık sık yeni teferruatlar eklenen veya bazı bölümleri kırpılan hikaye ise küçük bir roman olma yolunda ilerliyordu.

Hikayenin kahramanı “hüviyet” yolculuğunun akışı içerisinde bir kitap yazmaya başlamış ve büyük eserlerin kahramanlarını hesaplaşmaya davet etmişti. Önce (Don Kişot)u konuşturuyor, onun gülünçlüğünde Hıristiyan ahlâkının iflasını seyrediyordu. Eugenie Grandet’in cimri babası ve nankör kuzeniyle konuşurken, yalnızca para hırsının temellleri üzerinde yükselen burjuva yaşantısının kokuşmuşluğuna ve bir medeniyetin insan haysiyeti karşısındaki iflasına şahitlik ediyordu. Yüzyıllar öncesinin (Romeo ve Juliet)indeki temiz duygular, 19. Yüzyılın (Julien Sorel)inde çoktan yalan ve ihanetin sahte asaletine bürünmüştü. Ve sayfalar ilerliyor, eser bir kahramanlar geçidine dönüşüyordu. Hikayenin kahramanına göre Raskolnikov’un hüviyeti, imanını yitiren bir asra başkaldırıştı. “Suç”un ölçüsü ne ve cezayı kimin adına veriyorsunuz? Ve siz kimseniz? Siz, milyonlarca aç ve sefil Rus’un millet olma coşkusunu baltalayıp, onları hâlâ koyun sürüsü gibi güden çoban köpeklerisiniz! Asıl suçlu sizsiniz ve cezalandırma hakkınız yok. «Ah, birde vicdanımın karanlık semâsındaki şimşek aydınlıkları içimi kanatmasa…» Hikaye kahramanı, yazdığı eserde Raskolnikov’un “hüviyet”ini buna benzer bir çerçeveye yerleştirmişti. Ve hikaye ilerliyor, kahraman kendi hüviyetine bir adım daha yaklaşıyordu.

(Engin bir ovanın ufuk noktasına doğru benek benek uçuşan ve kıpkızıl akşam bulutlarının altında rakseden belli belirsiz kuş sürülerini buğulu gözlerle seyrederken hatıralarının kanatlarına tutunup şiir rüzgârının peşine düşen bir sevdalının hâlinden daha renkli tasvirlere lâyık, tedaî gemisine binerek Tilki Günlüğü’nün tablolarındaki kelimeleri kovalamak…

Mânâlandırdığı yerde ufuk noktasındaki kuşlardan daha az canlı olmadığını hissettiren ve göçmen kuşlar gibi önce birbirini, sonra mevsimleri, iklimleri, ülkeleri kovalayan bu kelimeler iç ve dış dünyamıza göre yorumlamak…

Hüviyetimi roman dağlarının zirvesinde aradım hep ve nihayet karşıma “Ufuk ile Hafiye” çıktı.

Hüviyet: Kimlik… Kafa Kağıdı… Asıl… Mahiyet… Derinliği genişliğinden çok olan çukur…

"Derinliği genişliğinden çok olan çukur”un bendeki tedaisi rüyamda gördüğüm mezar ve onun hatırlattığı ölüm… Yoksa yeniden yolculuğumun başlangıcına mı dönüyorum; mezar ve ölümün uyanırken kulağımda yankılanan “hüviyet”le ne ilişkisi olabilir? Mâdem öyle, Tilki Günlüğü’nün başlangıcına, ilk vâridâta dönmeli:

« "Ben kimim" diye sormak, "ölüm nedir" diye sormakla birdir. "Ben"… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaşadığımız hadiseler dizisinden ibaret…»)

– Özellikle yirminci yüzyılda ve hele son döneminde, bu mevzuda çok şey yazılıp söylendi. Birçok hikaye ve romanın muhtevasını kişinin kendi “ben”ine dair yaptığı yolculuklar oluşturuyor. Senin hikayende buna yeni bir örnek…

Sürekli uğradığı sahafın bitişiğine sanat galerisi adıyla açılan ve duvarları hiçbir keyfiyet ifade etmez tablolarla dolu dar bir kafeteryanın loş bir köşesinde hikayesini okuyan dostuna hırçın bir eda ile cevap verdi:

– Bak, defalarca konuştuğumuz husus… Yenilik mevzudan ziyade onun işlenişinde ve tüttürülen mânâda aranmalı… Sanki (Şekspir)den önce Romeo ve Juliet’in aşk hikayesinden bahsedilmiyor muydu? Goethe’den önce Faust’u kimbilir kaç kişi kaleme almıştı. Bizden tarafa gelelim: Al sana Leyla ile Mecnun… Fuzuli için bu malzemenin, öncekiler tarafından defalarca işlenmesi önemli değildi ki… O, aynı hammaddeye “Fuzuli” olarak sanatın büyüleyici nefesini üfledi ve bambaşka bir Leyla ile Mecnun canlandı şiirinde. Divan edebiyatını düşün!.. Yüzyıllar boyu “gül, bülbül, mey” gibi beş on sembolün etrafında yüzlerce şair pervane olmuştur. Üstelik aynı semboller daha önce, özellikle Fars edebiyatında, Hafız gibi şairler tarafından iyice eskitilmişti. Sen şaşmıyor musun; bu kadar sınırlı bir malzemenin binbir çeşit ifadeye bürünmesine?.. Alışılmış teşbihlerin daracık toprağında alışılmadık incelikler yeşertilmiş…

Dostu sûkut ettikçe hırslanıyor ve gittikçe heyecanlanarak konuşmasını sürdürüyordu:

– Bugüne biraz daha yaklaşalım. Solcu yazar Sabahaddin Ali’nin “Kafa Kağıdı” isimli bir hikayesi vardır. Biliyorsun ki, Büyük Doğu Mimarı’nın da aynı adı taşıyan ruhî bir romanı mevcut… Halbuki solcu yazarın bahsettiği kafa kağıdı yaşlı bir köylünün nüfus cüzdanıdır. Büyük Doğu Mimarı ise bu ifadeyle bütün bir ruh hayatının girinti ve çıkıntılarını işaretler. Onun benzetişiyle “fareden koparılan bir kılla filden koparılan bir kılı yanyana getirip" hokkabazlık yapmamalı… Hem sen değil miydin “ne yazarsan yaz, ben muvaffak olup olamadığına bakarım” diyen? Seni gidi “nazik canavar, riyakâr okuyucu…”

Bu heyecanlı nutku saygılı bir sessizlikle dinleyen ve aslında onu konuşturmak için özellikle ters ifadeler kullanan dostu, iri çay fincanındaki son yudumu içip, tane tane konuştu:

– Ben sana niye alışılmış bir muhtevaya el attın demedim. Üstelik senin kahramanın “hüviyet”ini zamanı aşan eserlerde arıyor ve unutulmaz tiplerin korkularını, sıkıntılarını paylaşıyor.

– İşte, Bu noktada zaten, alışılmış bir “ben” anlatımından sıyrılıyor hikaye. Kendi çağına şahitlik eden meşhur tiplerin iç âlemine sızma çabasına dönüşüyor.

– Yani etrafındakilere “ne kadar içli çocuk” dedirtmek için çırpınan fikir kellerinin ve keyfiyet tüysüzlerinin yazdıklarına benzemiyor bu yolculuk.

– Evet, evet!.. Bilâkis onların sözde kimlik arayışlarına verilmiş bir cevap… Kafa sancısı çekmeyen ve büyük meseleler karşısında söyleyecek sözü olmayan anlayış garibanının hüviyetinden bana ne? Onun “renkli dünyasıyla” seslendiği zümrenin genç kızları ilgilensin.

Kalktıklarında güneş son ışıklarını da saklamaya başlamıştı. Ayrılırken dostunun hiçbir şey anlayamayacağını bile bile gayet sıcak bir dille konuştu:

– Unutma, en iyisi alacakaranlık!..

Ayrı bir zaman dilimi ve farklı bir mekân dekorunda iki delikanlı konuşuyordu:

– Sence bu hikayenin sonu nasıl biter?

– Galiba hikayeci bütün yazdıklarını yırtacak.

– Bence oturup kendi hikâyesini yazacak.

Mayıs 2000
Hakan Yaman

Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir