Tamburi Cemil Bey

Tamburi Cemil Bey

"Bu gece Cemil yaylı tanbur çalıyordu. Kim bilir belki onun da gönlüne bir nehrin suyu yol bulmuştu ki aşkın taşkın ruhu, kelimeye, ifâdeye bağlanamayacak bir dehşet içinde feryat ediyordu. Bu iptilâlı, mustarip ses, hangi hasretin, hangi vuslatın sesi idi? Belki o, hasreti de, vuslatı da birbirinden seçmeden koşuyor ve bu mestâne yolculukta, işte böyle feryat ediyordu. Sanki bu adamın san'atı, kendi kendimize tefsir edemediğimiz sözü, kendi kendimize itiraf edemediğimiz sırrı, kendi kendimize hatırlayamadığımız gizlilikleri, kendi elimizin çözemediği düğümü açıyor, gösteriyor, bildiriyor ve dinletiyordu. İşte bizim bütün ortaya çıkmamış duygularımızı karıştırıyor , kurcalayıp buluyor ve önümüze fırlatıp atıyordu. Böylece eli, bizim elimizin yetemediği, gücümüzün koparamadığı gizli duygularımızı bulup kayıtlarından çözerken, bu başı boş azat olmuş hisleri, tanımadığımız âlemlerin sonsuzluklarına da kılavuzluyordu. İşte o, gene çaresizliğin dayanılmaz acısını, ferâgatların ezici hazzını, sükûnla göğüs verilen çilelerin kutsiyetini, şefkatin, lûtfun berraklığını ve nihâyet aşkın ölümde hayat, hayatta ölüm zevki bulduran çeşnisini birbirine karıştırarak dudaklarımıza uzatmıştı. Garp musîkîsini, ünsiyetim bakımından seviyordum; fakat Cemil'den duyduğum sesi, sevmemek elimde olmadığı için seviyordum. Cemil'in esrarlı kudreti, bir romantizm saltanatı ile sıcak, pervâsız ve coşkun akıp giderken, beni de, önüme serdiği bir zevk âlemine sürüp götürürdü. Bu sesler bir kemâl hamlesi, önünde durulmaz bir aşk cesareti idi. Cemil'in dramatik olmaya meyyâl istîdâdı, san'atın çerçevesini sökmüş ve onu bilhassa mustarip, hassas bir şiir belâgatı olan taksimlerine ulaştırmıştı. İşte o, peşrevleri, semâileri atlayarak kendi feryâdı, kendi içinin malı olan bu hür seslere geçince, ben de mestlik dalgalarıyla itilerek, garip bir zevk heyecan ve idrâkinin peşinden sürüklenip kendimden tamâmiyle uzaklaşırdım. Onu benim gibi hayretle, hayranlıkla, zevk ve haşyet kıvranışlarıyla dinleyen bütün başlar , ateşe varmak için çırpınan bir pervâne hasreti ile ona koşar , atılır ve yandıkça yeni bir hayat, tazelenen bir ömürle tekrar tekrar aynı ateşe göğüslerini dayarlardı. Bu, yerin ve göğün malı olmaktan uzak, öldürüp diriltici seslerin kanadında, bir âna bin senelik ömrün sığdığı bir âleme geçer ve o mertebe varlığımdan soyunurdum ki, etrafımın beni bedensiz, örtüsüz bir ruh lâtifesi hâlinde görüp korkacakları, şaşıracakları vehmine düşerdim. Ne tuhaf, sonradan anladım ki, meğer insanın kendine en yakın olduğu ve kendini en iyi tanıdığı zamanlar , kendinden en uzak olduğu anlarmış. Bu san'atkârı dinlerken, ıstırâbın, haşyetin, çaresizliğin dayanılmaz hazzına kapıldığımı ve dünyada kalmak, tekrar dünyaya mâl olmak için etrafımdan yardım beklediğimi hatırlıyorum.

Samiha Ayverdi – Yolcu, Nereye Gidiyorsun? s.133-277

Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir