Salih Mirzabeyoğlu ile Ölüm Odası etrafında temel meseleler… -II-

II. Bölüm

Salih Mirzabeyoğlu: İslâm’da rastgelelik yoktur!

-Markiszm de Kadercidir…

-Kaza ve Kader derken…

yeni-baslik-sak-aaa.png

Şükrü Sak: -“Ümmül kitap” da iki türlü tefsir ediliyor; Birincisi, Levh-i Mahfuz, diğeri de; “Allah’ın ezeli ilmi” olarak….

Salih Mirzabeyoğlu: -Ümmül kitab… Levh-i mahfuz bir bakıma onun görünürü oluyor, ona ayna oluyor… Allah’ın “Musavvir” isminin mânâsının hasrı içinde, dolaylı yoldan; “Silmek, affetmek” de var… Alâkalarını gösterdim. “Silmek” kavramı, -diyelim ki günah söz konusu ise-Allah, günahı siler veya silmez….

Şükrü Sak: -Kaza ve kader bahsi ile ilgili olarak?

Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi aslında mevzu şudur;  Hukuk Edebiyatı’nın son bölümünde Hz. Ömer’le ilgili bir hadise var, oradan hareketle, Satranc-ı Ürefâ’da yazdım onu. “Silme” mevzu ile ilgili… Benim aklımda başka türlü kalmış. Neyse… Orda geçiyor zaten mevzu; “Taun” hastalığı… Veba… Şimdi Hz. Ömer, o veba çıktığı zaman, işte; Orduya, halka zararı olan bir şey var mı, orda alınan tedbirleri görmek için oraya doğru yola çıkıyor, biliyorsunuz hâdiseyi…  Resulullah Efendimiz diyor ya; “Veba olan yere girmeyin, girdiyseniz çıkmayın” diye…  Şimdi Hz. Ömer, ordaki tedbirleri görmek için girmeye kalkarken, ondan sonra işte, bir sahabeyle karşılaşıyor, sohbet ediyorlar filan, o arada işte şeyi öğreniyor, bazı sahabiler  Hz. Ömer’in oraya girmesini doğru bulmuyorlar… Bir kısmı da  diyor ki; “Gidip de görmesi iyi olur, tedbirler n’oldu filân”…  Mesele bu hale gelince; Hz. Ömer biraz düşünüyor, ondan sonra geri dönüyor. İşte dönüşte onu karşılayan sahabi diyor ki; “Allah’ın takdirinden mi kaçıyorsun?”… Hz. Ömer’de diyor ki; “Allah’ın takdirinden kazasına sığınmaya gidiyorum…”  O yukarıda söz konusu olan âyette geçen “değiştirir” ifâdesini çağrıştırıyor.

15795.jpg

Şükrü Sak: – Âyetin tam meali bu; “ (Allah dilediği şeyi siler, yok eder (mahveder) ve dilediği şeyi de sabit kılar. Ve Ümmül kitap O’nun indindedir. O’nun nezdindedir.)

Salih Mirzabeyoğlu: -“Kaza ve kader” bahsi üzerindeyiz, o bakımdan. Şimdi, “kaza”; senin yapıp ettiğindir, tamam mı.  Yapıp ettiğinde de “Allah’ın rızası” vardır veya yoktur. Sen ne yaparsan yaparsın, yaptığın Allah’ın dediğidir, o da kaderdir. Ha bu mânâda kader, kazanın aynıdır. Allah’ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfuz’daki yazısı olmadan, dünya ve ahirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfuz’daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır….

Şükrü Sak: – “İmân’ın mahiyeti” mevzuuyla ilgili…

Salih Mirzabeyoğlu: -Yani, daha önce değişik vesilelerle yazdım bunu; Kaza, kader ve dilemek… Allah’ın nasıl olduğu bilinmeyen sıfatlarındandır… İmâm-ı Âzam Hazretleri en anlaşılır şekilde mühürlemiştir bu meseleyi; Ne diyor; Allah, yok olanı yokluğu hâlinde yok olarak bilir, onu yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı hâlinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah’ın “bilmesi” senin bilmen gibi değildir… Bütün bu durumlarda Allah’ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hasıl olmaz. Değişme ve ihtilaf yaratılanlarda olur.

Şükrü Sak: -“İslâm’a Muhatap Anlayış”ta bu konuyu etraflıca anlatmıştınız efendim. İşte bu itikad bahsinde, aslen “iki mezhep” olmaz, aslında tektir diye… Biri, sonuca nisbetle cevap veriyor, diğeri, başlangıç açısından cevap veriyor….

Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi onu tam mânâsıyla kavramak için, iş bu hikmetle irtibatını, veya doğrudan bu hakikati başa almak gerekir; Hz. Ali’nin sözüdür bu-İlmin kapısı-; “İslâm teslimdir, teslim yakîndir, yakîn; ikrardır, ikrâr; edâdır, edâ; ameldir!

Şimdi bak; İslâm teslimdir dediğin zaman, bu çerçevede, kâfir de istese de istemese de ‘teslim’… Yani, O’nun “hükmü” ve “iradesi” dışına çıkması mümkün değil anlamında! O’na teslim olmaması mümkün değil!

Böylece, şimdi n’oluyor; o yokluklar, Allah’a ulaşmaz, anlatabiliyor muyum. Batı tefekkürüne al atma mevzuuyla ilgili olarak, değişik mevzular içinde gösterdiğim; “biz onun bâtınını selâmladık” mevzuu var ya, bu açıdan da, neticede herkes ister istemez “teslimdir”…

“Kâfirlere cehennemi müjdeledi…”

Şimdi burada n’oluyor? Mesela, Muhiddin-i Arabi Hazretleri diyor ki; “Kâfirlere cehennemi müjdeledi”… Şimdi…  “Müjdeleme” sevinç ve saadete, hayra dair haberdir değil mi? E peki bu ne oluyor o zaman diyeceksin?… Bak şimdi kâfirin –‘herkes fıtratından memnundur’- meselesi var ya, kâfir de kendi küfründen memnun anlatabiliyor muyum? Onun hissesine düşen cehennemdir. “Ona müjdele” diyor. Onun istihkakı o…

“İradenle bağlı olursan sana ‘Müslüman’ diyorlar, olmazsan; ‘Kâfir…”

Bunun gibi, “Allah indinde din İslâmdır!” Şimdi, bu çerçevede anlaşılmak üzere söylüyorum; Kâfir, İslâm’ı kabul etmese de İslâm’dır… Bak şimdi ters bir şey söylüyorum; Allah’ın kulu olmak bakımından, teslim olmak bakımından. O’nun hükmü dışında davranamamak bakımından… Yani sen “iradenle” bağlı olmasan da bağlısın neticede… “İradenle” bağlı olursan sana Müslüman diyorlar, bağlı olmazsan da kâfir diyorlar, anlaşılıyor değil mi…

Şükrü Sak: -“Ruhbanlık” mevzuunda olduğu gibi?.. Âyette; (… O’na tâbi olanların kalblerinde bir şefkat ve merhamet vücuda getirdik. Ve bir ruhbaniyet icât ettiler ki, onu onların üzerlerine yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını aramak için bu icâdı yaptılar. Sonra ona gereği üzere riâyet etmediler. Artık onlardan imân edenlere mükâfatlarını verdik ve onlardan birçokları ise fâsık kimselerdir….) şeklinde geçiyor…

Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi mesela, böyle düşündüğün zaman, İslâm’dan önceki devirlerde, -Âyette geçiyor ya hani “Onlar ruhbanlığı icat etti” –veya- “…onların icâdettikleri ruhbaniyeti halk ettik…” buyruluyor ya… Bu nedir; Allah onu beğendi… Allah’ın emretmediği, ama hoşnud ve razı olduğu şeyler kasdıyla…

İşte, Allah onu beğendi… Şimdi o icâd edilen hadise, -misâl söylüyorum ama bunu- Şimdi yüzlerce, binlerce hadis var değil mi… Sen orda üç beş tane hadise öyle tutunmuşun ki, sanki “Bir hadisi bilen bütün hadisleri bilen gibi” bir adamsın tamam mı…  Şimdi sen, buradan, buna nisbetle bir şeyler v’az ediyorsun, bir mesele hakkında güzel bir çözüm buluyorsun, çok önemli ve hayati bir yanlışı bertaraf ediyorsun filân… Bu sanki, “Allah’ın indirdiği din” gibi makbul bir şey oluyor, anlatabiliyor muyum? Neden? Çünkü; “Allah onu beğendi.” … Allah onlarda ruhbanlığı icat etti. Esprileri anladın değil mi… Şimdi neyse mevzu oralara gider. Burada kâfir de Müslüman da yaptığını yapıyor. Kim ne yaparsa yapsın yaptığı kaderdir.

“Marksizm de kadercidir…”

Şükrü Sak: -Evet efendim onun dışına çıkılamaz…

Salih Mirzabeyoğlu: -Allah kulunun ne yaptığını da bilir, ne yapacağını da bilir. Hâlini de bilir, evvelini de ahirini de… Anlatabiliyor muyum… Şimdi n’oluyor, kâfir inansa da inanmasa da o da Allah’ın kader hükmü altında. İslâm dışı “kaderci” görüşler için de böyle… Mesela; Marksizm de “kaderci”dir… Anlatabiliyor muyum. Marksizm’e göre müziğin izahını yapamadığı için, veya diğer başka meselelerin –çünkü rûhî bir mevzu- yapamadığı yerlerde ya bırakıyor, ‘bütün fikir’ iddiasından vazgeçiyor yahut başka bir yola giriyor, işte Garaudy filân, -İslâm’a girişi böyledir- anlattım bunları… Yani izâh edemediği meseleler karşısında, Marksizm de kadercidir…Bu manada bir sürü “kadercilikler” vardır… Birbirinden farklı farklı…Ve kaderciliklerin en doğrusu İslâm’dır!. İslâm’ın izâh ve isbat ettiğidir! Neticede kim ne yaparsa yapsın, “yaptığı” kader olur… Üstad, Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin bu konudaki ölçüsü için; “aklı susturucu” der, aklı susturucu şu kıyasıdır; “Allah seni yaratır da ne yapacağını bilmez mi?”… İşte kader budur!

Şükrü Sak: -Ve bu “amel” işi değil, itikad konusudur.

Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi bu mânâda olmak üzere, kâfiri de içine alıcı şekilde söylemek gerekirse, kaza kaderin aynıdır. Yapıp etme… Anlatabiliyor muyum?

Şükrü Sak: -Anladım efendim

Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi orda da mevzu şudur; Mesela “tedbir” diye bir şey var değil mi… E, “tedbir” de Allah’ın beğendiği bir şey, razı geldiği bir şey…  Bu nisbet içerisinde; Hz. Ömer oraya girmiyor!

Şimdi, Hz. Ömer’in oraya girmemesi kadere de uygundur, Allah’ın rızasına da uygundur!  Halbuki kâfirin yaptığı, veya senin “yanlışın” Allah’ın rızasına uygun değildir, “kadere” uygundur. Kader bizden meçhul… Anladın mı? Meçhul olduğu için biz ancak, “yapıp ettiklerimizi” biliriz…

Bu mânâda, duanın kendisi de ameldir…. Hani “Duayı icrada ara!” diyoruz ya! Duanın kendi de icradır; Duygu, düşünce ve iradi faaliyet… Lisânî…

“Kader Allah’tan yanadır…”

Allah kullarını kendisine ibadet etsinler diye yarattı! Buna uyduğun kadar doğru yoldasın, uymadığında da… Anladın… Yani insanlık istese de istemese de Allah Resulü’nün kadrosu içindedir. Ben orda kaza kader bahsinde şeyi işaretlemek istedim; Şimdi “kaza” deyince, kaza “takdirdir…” işte, hükümdür, ondan sonra “kaza bela” dediğindir… Üstad’ın ifâdesiyle; Kader ezelden takdir edilen, kaza ise ânbeân zuhura gelen

Şükrü Sak: “Gerçekleşen” anlamında…

Salih Mirzabeyoğlu: -Bu sefer de sanki “kader”le aradaki mevzu karışıyormuş gibi geliyor… Halbuki kader Allah’tan yanadır…  Levh-i mahfuz dedin ya, sen onu bilmezsin… Sen O’nun emirlerine uymakla mükellefsin. Kazadır… Anlatabiliyor muyum… Böylece ne olmuş oluyor, -kâfiri de içine alıcı bir biçimde söylüyorum- kaza, kaderin aynıdır! Anladın mı?

Şükrü Sak-Evet efendim, nüans farkıyla…

Salih Mirzabeyoğlu: -Hah, yani aynıdır… Bu, bir yönüyle, “teori-pratik” lâfı gibidir. İzah edebildim mi? O senin dediğin âyette geçen husus bana, doğrudan çok önemli bir meseleyi de tedai ettirdi.

Misâl olarak söylüyorum; O ayetin tefsiri ayrı, farklı usullerde yapılan tefsirlerdeki mânâsı ayrı… Misâl olarak söylüyorum bunu; (şimdi “Allah dilediği şeyi siler, yok eder (mahveder) ve (dilediği şeyi) sabit kılar ve ümmülkitap (ana kitap) O’nun indindedir”) onların yeri ayrı, onda ayrı bir hikmet vardır, o mevzu farklı, o besbelli bir şey… Fakat şu da var; “Değiştirdi” derken mevzu şundan ibarettir;

Allah senin durumunu da bilir, değiştireceğini de bilir… Şunu demek istiyorum; İslâm’da rastgelelik yoktur! Anlatabiliyor muyum. Mesela Allah’ın razı oldukları var, razı olmadıkları var, şu var bu var bilmem ne, hepsi var.. Allah katında ve O’nun Resulü yoluyla bildirdikleri –İslâm– hiçbirinde rastgelelik yoktur. Espriyi anladın değil mi?

Şükrü Sak: -Anladım efendim. Bazı mevzuularda bu âyetten çıkarılan hükümler var. İşte “Rivâyet tefsiri”nde şu şekilde, “Dirâyet tefisirinde” bu şekilde… Fıkhî hükümlere konu olan mevzuular… “Nasih-mensuh” mevzuuları… Yani bu mevzularla da irtibatlı olarak tefsir ediliyor. Çünkü, Allah dilediğini yapar. İstediğini değiştirir..

Salih Mirzabeyoğlu: -Tabii tabii… Yani bir âyetin hangi meselelere kaynak veya delil teşkil ettiği, hangi mevzularda hüküm çıkarmaya mevzu olduğu vesaire ayrı bir mesele..

Şükrü Sak: -O ifadeden hareketle…

Salih Mirzabeyoğlu: -Benim kasdettiğim daha farklı!. Meselâ bak; “Dilediğini siler, dilediğini sabit kılar.” Dilediğini değiştirir anlamı da dâhil…. Misâl söylüyorum; İnsanın kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır, tamam mı.  (“Kalpler Allah´ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi evirip çevirir…“) Ölçü bu… “Dilediği gibi…”

Şükrü Sak: -Farklı zamanlarda farklı yorumlara mevzu olması gibi…

Salih Mirzabeyoğlu: -Bir de şöyle bir mesele var; diyelim, âyet şu zamanda, şu şu şu mevzulara karşılık gelir, ona dairdir. O mevzuya dönüktür. Gelecek bir zamanda da başka bir mevzuya dönüktür. Burada statik-donuk bir anlam vehmetmek veya öyle düşünmek olmaz! Bu hayatın yeniliğine de aykırıdır.

“İnsan idrakine bitişik sırrîlik…”

Misâl vermek gerekirse, -biliyorsun ben kelimeleri fazlasıyla kurcalıyorum, oynuyorum bir bakıma onlarla, farklı mânâları, değişik lisanlardaki karşılıkları vesaire- fark ediyorsanız çok orijinal hakikatler-incelikler de ortaya çıkıyor bundan… Meselâ bak şimdi; Arnavutçada “varr” kelimesi, -iki r ile- ‘mezar’ demek… Halbuki biz de mezar; “yok”tur yani… Yokluğa açılan kapı, yokoluşun kapısı gibi, ölüm, ölmek, yok olmak gibi anlam ve tedaileri var, anladın değil mi?

Burada insan idrakine bitişik bir sırrîlik içinde durmak gerek, bunun gibi; böyle “varlığı” kurcaladın “yokluk” çıktı, “yokluğu” kurcaladın “varlık” çıktı, anlatabiliyor muyum? Varlık ve yokluğun nitelemeleri boyunca bu böyle… Nitelemeleri derken de, her iki nitelemeden çıkan “güzel”ler vardır, “çirkin”ler vardır… Burada da; “Allah güzeldir güzeli sever” ölçüsünü hatırlamak lâzım! Hep ona göre “tefsir” edeceksin… Şimdi, “silme” mesela, -misâl olarak söylüyorum-; eski devirdeki hayat biçimini bugün sürmen mümkün mü?

Şükrü Sak: –Mümkün değil…

“İslâm’da rastgelelik yoktur…”

Salih Mirzabeyoğlu: -Ne oldu, o “silindi…” Bak, buradaki ‘silinme’nin bile anlamı nasıl bir anda değişiyor… Nüanslar ortaya çıkıyor… O hayat biçiminin silinmesi demek, ‘yok olması’ anlamına da gelmiyor, bugünün taşıdığı izler bakımından, ilgi ve irtibatlar bakımından… Meselâ; şimdi “çekirdek” ağaca yürürken her safhada evvelini siliyor…

Şükrü Sak: -Orda da bir “silinme” var.

Salih Mirzabeyoğlu: -Anlatabiliyor muyum? Mesela zamanda, zaman ve tarihle ilgili konularda vardır böyle bir şey; misal söylüyorum, şuna işarettir demişim de buna işaret olarak çıkmış… Buradaki durum çelişki değildir; deminki söylediğim hadiseyle birlikte düşünürsen, “İslâm’da rasgelelik yoktur” diyorum ya. Ona ait bir çelişki yoktur bunda!

“Buradaki hikmeti anlamaya çalışacaksın!”

Sen tutacaksın, tamam mı, matematiğin üzerinde durarak, “zaman”ın üzerinde durarak, bu hikmeti anlamaya çalışacaksın! Şimdi bak, bu 1400 hikâyesinde bunu –sen takib ediyorsun Ölüm Odası’nı, düzgün okuduysan- bunu gayet güzel gösterdim.

Şimdi bu 1400, -uzun uzun izahına girmiyorum, çünkü diğer ilgi ve irtibatlarını da göstermem gerekiyor o zaman- şimdi 571 tarihi Resullulah Efendimizin doğumu… Bunun doğrudan “Şeriat” anlamı açık… 10 demek; “Onda birini almak” demek. –Bu “Tılâi, on iranî” hikayesine de girer- tamam mı. “Sistem” demek ve “şiir” demek… “Şiir idrâki” filân diyoruz ya!

Şükrü Sak: -Evet efendim…

Salih Mirzabeyoğlu: -Bu 1400 hikâyesini-sana daha önce de anlatmıştım ben-1400; bu işin gerçekleştiği zamandır!Anladın değil mi?. Çünkü, “bâtına” doğru gittikçe, bu bilinen “kronolojik zaman” geçmez… Orda farklı bir zaman var. Bilinen bu kronolojik zaman değil! Bu da “ruh”un zamanüstü olmasıyla ilgilidir, anladın değil mi. Şimdi öyle bakmazsan, bakamazsan anlaşılmaz da zaten. Mesela; Resululluh Efendimize soruyorlar ya Yahudiler, “Senin ümmetinin ömrü kaç sene?” diye… O da sûrelerin başlarındaki “huruf-u mukatta”yı söylüyor, onları işaret ediyor… “Tamam” diyorlar, “745 sene” çıkıyor… E şimdi, 745 seneden beri, aradan bir 700 sene daha geçti… Espriyi anladın değil mi?

(Devam edecek…)

http://www.nabizhaber.com

Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir