Henüz Yolcuyum – Sohrab SEPEHRİ

Henüz Yolcuyum – Sohrab SEPEHRİ 
Çev. Damla ANAR

Kendi Kaleminden Sohrâb’ın Yaşam Öyküsü

Kaşanlı’yım. Ama Kum’da doğmuşum. Kimliğime doğru yazılmamış. Annemin dediğine göre mehr ayının on dördünde dünyaya gelmişim. Saat tam on ikide. Annem ezan sesini duymuş. Kum’da fazla kalmamışız. Golpâyegan ve Hansar’a  gitmişiz. Sonra da baba toprağına. Renkli bir çocukluğum oldu. Çocukluk yıllarım, korku ve hayranlıkla kuşatılmıştı. Babamın ailesi ile aynı evde yaşıyorduk. Evimiz kocamandı. Bahçesi vardı. Her türlü ağaç vardı. Öğrenmek için iyi bir yerdi. Toprağı kürekle kazardık. Bir şeyler ekerdik. Aşılardık. Budardık. Bu evde, babam ve amcalarım tuğla yaparlardı. Duvar örerlerdi. Kalıp ve lehim yaparlardı. Dikiş makinası ve bisiklet tamir ederlerdi. Tar yaparlardı. Ayakkabıcılığa da el atmışlardı. Fotoğrafçılıkta kendilerine has bir zevk geliştirmişlerdi. Fotoğraf çerçevesi de yapıyorlardı. Marangozluk ve tornacılıkta da ilerlemişlerdi. Takke dikerlerdi. Sedeften düğme ve küpe yaparlardı.

Babam hasta olduğunda küçüktüm. Ve ömrünün sonuna kadar iyileşmedi. Babam telgrafçıydı. Resim yapardı. Hattattı. Tar çalardı. Beni resim yapmaya o alıştırdı. Bana telgraf (Mors) alfabesini öğretti. Böyle bir evde öğrenecek çok şey vardı.

Halı örmeyi öğrendim. Üzerinde kendi yaptığım resimlerin olduğu birkaç küçük halı dokudum. Duvarcılığa nasıl da aşıktım. Çok iyi duvar örerdim. Muntazam beşik tonoz örerdim. Mimar olmak istiyordum. Ne yazık ki mimarlığın peşine düşmedim.

Evimiz sessiz sakin bir ev değildi. Nerede bir ağaç görsem tırmanırdım. Çatıdan aşağı atlardım. Annem zayıf kalacağımı söylerdi. Dediği gibi oldu, zayıf kaldım. Biz, bir evin çocukları, yaramaz resimler çizerdik.

1940 senesinin onuncu gününde büyük amcamın motosikletini çaldık ve bir müddet bindik. Meyve hırsızlığını çok erken öğrenmiştik. İnsanların bahçelerinin duvarına tırmanırdık ve incir ile nar çalardık. Ne keyifliydi. Geceleri, Sâfiâbad Çölü’nde göğsümüzün üzerinde sürüne sürüne karpuz ve salatalık tarlalarına kadar giderdik. Karanlık ve acıyı bağrımıza basardık. İyi bir alıştırmaydı. Hâlâ ne zaman elimi bir meyveye yaklaştırsam, o tanıdık acıyı hissederim.

Evimiz çöle komşuydu. Bütün rüyalarımda çöle yer vardı. Babam ve amcalarım avcıydı. Onlarla ava giderdim.

Büyüdüğümde, küçük amcam bana ok atmayı öğretti. İlk vurduğum kuş bir gökkuzgunuydu. Avlanmak beni hiçbir zaman hoşnut etmedi. Ama beni günbatımından önce çöle çeken de avcılıktı. Ve sabah havasını, düşüncelerimin ortasına yerleştirirdi. Avda, doğanın organizmasını perdesiz olarak gördüm. Ağaç kabuğuna dokundum. Akan suda elimi ve yüzümü yıkadım. Rüzgârda savruldum. Temaşa için ne büyük heyecanım vardı.

Eğer bir gün güneşin doğuşunu ve batışını görmediysem, günahkârdım. Karanlığın ve aydınlığın havası, beni murakabe ehli olarak yetiştirdi. Bana görünenin ardındakini temaşa etmeyi öğretti. Ben yıllarca namaz kılmışım. En büyükler kılıyordu, ben de kılıyordum. İlkokuldayken bizi namaz kılmak için mescide götürürlerdi.

Bir gün mescit kapalıydı. Yolun başındaki bakkal dedi ki: “Namazı mescidin damında kılın da Allah’a birkaç metre daha yakın olun.” Benimle ağır bir şekilde dalga geçmek, etrafımdakilerin dini, mezhebi olmuştu. Ve ben yıllarca, Tanrısı olmayan bir dindar olarak kaldım.

Sohrap Sepehri

Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir