“BENCE ÖLÜMÜN ALTERNATİFİ HAYAT DEĞİL, HAKİKAT.”
“Yazma zevkini keşfedebilmem için yurtdışına çıkmam gerekti…. Kendi dilimi kullanma imkânsızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden göremediğim bakış açıları olduğunu fark ettim.
Bana yabancı olan bir dili konuşmak zorunda olduğum İsveç’te, o birden dikkatimi çeken fizyonomisiyle kendi dilimin, yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yer’siz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”(s.29)
Michel Foucault: (…) Batı şüphesiz Mallermé’yle birlikte yazının kutsal bir boyutu bulunduğunu, başlı başına bir etkinlik olduğunu, geçişsiz olduğunu öğrendi. Yazı kendi kendisinden yola çıkılarak kurulur; bir şey söylemek için, göstermek için, öğretmek için değil, sırf orada olsun diye. Bu yazı, şu an için bir bakıma dilin varlığının adeta anıtıdır. Kendi yaşanmış deneyimim açısından, yazının bana kendini bu şekilde sunmadığını itiraf edeceğim. Yazıya karşı neredeyse ahlaki bir güvensizliğim olmuştur hep. (s.28)
(…) Cerrah uyutulmuş bedende lezyonu bulur, bedeni kesip diker, ameliyat yapar; bunların hepsi suskunluk içinde, sözün mutlak yokluğu içinde olur. Sarf ettiği sözler, teşhis ve tedaviyle ilgili kısacık değinilerden ibarettir. Hekim tek kelimeyle hakikati söylemek ve reçeteyi yazmak için konuşur. Hiç şüphe yok ki sözün bu klinik tıp pratiğinde işlevsel olarak çok değersiz olması, üzerimde uzun süre etkili olmuştur, bundan on-on iki yıl öncesine kadar söz benim için hep hava civaydı. (s.31)
(…) Söylem, şeylerle aramızda duran ve onları görmemizi engellemeyen saydam bir film değildir sadece, olanın ve düşünülenin aynası değildir sırf. Söylemin kendi kıvamı, kalınlığı, yoğunluğu, işleyişi vardır. Ekonomik yasalar gibi söylemin de yasaları vardır. Anıtlar gibi var olur söylem, teknikler gibi, toplumsal ilişki sistemleri gibi var olur. (s.32)
(…) Bence ölümün alternatifi hayat değil, hakikat. Ölümün beyazlığı ve ataleti içinde bulunacak şey, kaybedilmiş hayat ürpermesi değil, hakikatin titiz konuşlanmasıdır. (…) Yazmak, esasen başta görmediğim bir şeyi sonunda bulmamı sağlayan bir işe girişmektir. Bir inceleme, kitap falan yazmaya başladığımda nereye gideceğini, nereye varacağını, neyin doğruluğunu göstereceğini bilmem gerçekten. Neyi göstereceğimi ancak yazma hareketim içinde keşfederim, yazmak adeta yazmaya başladığım anda söylemek istediğimi teşhis etmektir. (s.37-38)
CLAUDE BONNEFOY— Michel Foucault, bu söyleşilerde amacım kitaplarınızda harikulade bir şekilde dile getirdiğiniz şeyleri size yeniden söyletmek, kitaplarınızı bir kez daha yorumlatmak değil. Gönlümden geçirdiğim bu söyleşilerin, bütünüyle olmasa bile en azından büyük ölçüde, kitaplarınızın sayfa kenarlarına ilişmesidir — kitaplarınızın arka yüzünü, hatta gizli örgüsünü keşfetmemize olanak tanımalarıdır. Öncelikle ilgimi çeken şey de yazıyla bağınız. Ama bunu söyler söylemez de kendimizi bir paradoks içinde buluyoruz. Şu anda konuşmamız gerekiyor, ama ben size yazıyı soruyorum. Hazırlık niteliğinde bir soruyu sormak da kaçınılmaz görünüyor: Bana lütfettiğiniz bu söyleşilere yaklaşımınız nedir; daha doğrusu oyuna başlamadan sorayım, söyleşi dediğimiz türe nasıl bakıyorsunuz?
MICHEL FOUCAULT— İlk olarak şunu açıklığa kavuşturayım, heyecanlıyım. Bu söyleşilerden neden çekindiğimi, sonunu getirememekten neden korktuğumu pek bilmiyorum aslında. Düşününce acaba şundan mı diyorum kendi kendime: Üniversitede çalıştığım için, bir bakıma statüye bağlı birtakım söz biçimlerinden yararlanıyorum galiba. Yazdığım bir şeyler var ki bunlar makaleler, kitaplar, her halükârda gidimli ve açıklayıcı metinler oluşturmaya yönelikler. Statüye bağlı bir söz daha var, o da öğretim etkinliğinin sözü: belirli bir dinleyici kitlesine konuşma, onlara bir şeyler öğretme. Statüye bağlı son söz türü ise akademisyenin çalışmasını, araştırmasını açıklamak için bir izler çevreye veya meslektaşlarına verdiği konferansın ya da yaptığı sunumun sözü.
Söyleşi dediğimiz türe gelince, bunu pek tanımadığımı itiraf edeceğim. Söz âleminde benden daha çok hareket eden; söz evrenini engelsiz, kurumsuz, sınırsız, hudutsuz, özgür bir evren olarak gören insanlar, sanırım, söyleşilerde kendilerini rahat hissediyorlar ve “Bu nedir?” veya “Ne söylemek lazım?” sorusunu kendilerine pek sormuyorlar. Bana öyle geliyor ki bu insanlar dilin içten içe katettiği insanlar ve mikrofonun varlığı, soru soran birinin varlığı, telaffuz ettikleri sözlerden bir kitabın oluşturulacak olması onları pek etkilemiyor ve onlara açılan böyle bir söz mekânında kendilerini tamamen özgür hissediyorlar. Bense hiç öyle hissetmiyorum. Dahası, neler söyleyebileceğimi ben de merak ediyorum.
C. B.— Bunu hep birlikte keşfedeceğiz.
M. F.— Daha önce söylediklerimi burada yeniden söylemem söz konusu olmayacak, dediniz. Bana öyle geliyor ki ben bu dediğinizi yapamayacağım. Üstelik benden istediğiniz de birtakım itiraflar, hayatım, hissettiklerim değil. Öyleyse eser sınıfında da, açıklama veya şerh sınıfında da, itiraf sınıfında da olmayan bir dil, bir söz, bir teati, bir iletişim düzeyi bulabilmemiz gerekiyor. Hadi bakalım, bir deneyelim. Yazıyla bağımdan söz ediyordunuz.
C. B.— Deliliğin Tarihi’ni veya Kelimeler ve Şeyler’i okuduğumuzda bir şey insanı çarpıyor: Bir yandan çok net ve nüfuz edici bir analitik düşünce var, bir yandan da onu ayakta tutan ve gidiş-gelişleriyle yalnız bir filozofun kaleminden çıkmadığını, ortada bir yazar olduğunu açığa vuran bir yazı. Eseriniz üzerine yazılmış yorumlarda size ait fikirleri, kavramları, analizleri bulabiliyoruz, ama metinlerinize daha geniş bir boyut kazandıran, onları sadece gidimli yazıya değil aynı zamanda edebi yazıya da ait olan bir alana açan o ürpermeyi göremiyoruz. Sizi okurken, düşüncenizin hem katı hem de yoğrulmuş bir anlatımdan ayrılamayacağı; cümle bu şekilde ahengini bulmuş olmasa, o ahenkçe bu şekilde taşınmış ve geliştirilmiş olmasa düşüncenin bu kadar doğru olmayacağı izlenimini ediniyoruz. Bu nedenle yazma olgusunun sizin için neyi temsil ettiğini sormak istiyorum.
M. F.— Önce şunu açıklığa kavuşturayım: Yazının kutsal yönüyle büyülenmiş biri değilim. Kendini edebiyata veya felsefeye adamış kişilerin büyük kısmının şu anda böyle bir büyülenme yaşadığını biliyorum. Batı şüphesiz Mallarmé’ yle birlikte yazının kutsal bir boyutu bulunduğunu, başlı başına bir etkinlik olduğunu, geçişsiz olduğunu öğrendi. Yazı kendi kendisinden yola çıkılarak kurulur; bir şey söylemek için, göstermek için, öğretmek için değil, sırf orada olsun diye. Bu yazı, şu an için bir bakıma dilin varlığının adeta anıtıdır. Kendi yaşanmış deneyimim açısından, yazının bana kendini bu şekilde sunmadığını itiraf edeceğim. Yazıya karşı neredeyse ahlaki bir güvensizliğim olmuştur hep.
Michel Foucault, Güzel Tehlike