Yüzlerimiz
Yaşamlarımızı yüzlerimizde taşıyoruz.
Alnımızın ortasına, göz kapaklarımıza, dudaklarımızın kenarlarına, kaşlarımızın arasına, gözlerimizin etrafına yerleşiyor yaşadığımız zaman.
Yaşadığımız hayatlar hep çizgilerimizde gizli.
Endişeli veya neşeli, öfkeli veya sakin, çileli veya ehlikeyif, tövbekâr veya günahkâr, varlıklı veya yoksul ve yoksun… Belki tehditkâr, belki kanaatkâr, belki itaatkâr, küstah belki veya asil ya da asi…
Önceleri bilenmiş bir bıçağın parlak keskin yüzünü andıran, zamanla bıçak sırtını anımsatan çizgilerimizde gizli bütün yaşadıklarımız.
Deneyimlerimiz çizgilerimize gömülüyor.
Yaşadığımız acılar, kırgınlıklar ve derin hayal kırıklıkları kadar yaşayamadığımız yıllar, dillendiremeyip içimize gömdüğümüz arzular, önemsemez görünmeye çalıştığımız başarısızlıklar, uğradığımız haksızlıklar, yaptığımız fedakârlıklar, duyduğumuz pişmanlıklar yüzlerimize siniyor.
Kim olduğumuzu, ne yaşadığımızı, ne yaşattığımızı, nasıl yaşadığımızı… ‘gizlediğimiz biz’i zamanın görünmez ressamı yüzümüze çiziyor.
Çizgilerimiz ele veriyor bizi.
Acımasızlığımızı, zalimliğimizi, adaletsizliğimizi, sinsiliğimizi, samimiyetsizliğimizi, ikiyüzlülüğümüzü, kıskançlığımızı, kusamadığımız kini yüzeyindeki o ince yollara işliyor etimiz.
Gizleme çabası içinde olduğumuz geçmişimizin haritasını çıkarıyor.
Her sabah lavabonun üstündeki aynada, evden çıkmadan önce baktığımız boy aynasında, bindiğimiz arabanın dikiz aynasında, çantamızdaki makyaj aynasında, tesadüfen önünden geçtiğimiz bir sabah vitrininin camında yaşam haritalarımızla karşı karşıya kalıyoruz istesek de istemesek de.
Kaçamıyoruz yaşadıklarımızdan.
Ya da iyi ki onları bize hep hatırlatacak ince yollar taşıyoruz yüzlerimizde.
Çoğumuz memnun kalmıyoruz galiba o ince yollarla karşılaşmaktan.
Kendimizle karşı karşıya kalmaktan.
Değiştirmeye çalışıyoruz yüzlerimizde taşıdığımız haritaları.
Yolları kapatmak ya da daraltmak istiyoruz.
Ne kadar çok yolu ortadan kaldırmak istiyorsak o kadar mutsuz oluyoruz.
Bir haritayı değiştirmeye çalışmak demek savaşmak demek çünkü.
Zorlamak demek.
Zor kullanmak demek.
Yaparken bozmak demek.
Onarmaya gayret ederken yıpratmak demek.
Yıpranmak demek…
Kendimizi, koca bir geçmişi silmek için yüzümüzden bu kadar yorulmaya değer mi?
Zamanın görünmez ressamıyla yarışabilir miyiz?
Silsek bile ‘eski’yi yüzümüzden, o ressamı durdurabilir miyiz?
İstediğimiz gibi bir resim çizmesi için ona talimat verebilir miyiz?
Versek de bizi dinler mi?
Bizi bizden gizler mi?
Nasıl gizleyebilir ki?
Bugüne kadarkinden farklı ne çizebilir ki etten tuvaline?
Bunu yapabilmesi için bizim değişmemiz, başka türlü bir hayat yaşamaya başlamamız gerekmez mi?
Biz bir günde değişebilir miyiz peki?
Bir günahkârdan masum doğar mı? Merhametliye dönüşebilir mi zalim? Kırılgan bünye bir anda boşverebilir mi her şeye? Birden adaletli olabilir mi zorbanın teki? İtaatkâr ve kanaatkâr bir baş hemen şaha kalkar mı? Fedakârdan bencil çıkar mı ortaya? Endişe neşeye, çile keyfe bırakır mı yerini?
Mümkün değil ki hiçbiri.
Kelebeğe dönüşen tırtıl gibi başka bir şeye dönüşemeyiz ki…
Neden kendimizi bütün biriktirdiklerimizle olduğumuz gibi kabul etmiyoruz?
Yaşadıklarımızı taşıyan yüzlerimizden geçmişi silmeye çalışıyoruz?
Kendimizi kimden gizliyoruz?