Kuyu [/COLOR][/B]
"Bir uçurumun dibine uzun uzun ve dikkatlice bakarsan, uçurum da senin içini merak eder, senin gözlerinin arkasında neler olduğunu görmek ister… Bazı uçurumlar cesurdur. İlk hamleyi o yapar ve seni yanına davet eder…"
Nietzsche
Kabile uzun göç yolundan sonra coşkulu nehrin kenarına geldiğinde kuyu zaten oradaydı. Onlar için en önemli olan kıvrıla, kıvrıla akan berrak nehir ve etrafındaki bereketli topraklardı. Zaten kuyuyu yerleştikten epey sonra fark etmişlerdi çünkü kuyu hep yaptığı gibi kendini gizlemişti.
Kabile uzun göç yolundan sonra coşkulu nehrin kenarına geldiğinde kuyu zaten oradaydı. Onlar için en önemli olan kıvrıla, kıvrıla akan berrak nehir ve etrafındaki bereketli topraklardı. Zaten kuyuyu yerleştikten epey sonra fark etmişlerdi çünkü kuyu hep yaptığı gibi kendini gizlemişti.
Kuyuyu ilk bulan kabilenin yaşlı kadınlarından biriydi. Meyve, ağaç kökü ve şifalı bitkiler bulmak için dolaşırken, çalı çırpı ve ufak ağaçların arasında gizli duran kuyuya düşmemesi aslında büyük şanstı. Yaşlı kadın bir adım daha atsa kuyuya düşecekti ama nedense içinden gelen bir sezgiyle oracıkta durdu. Belki de kuyu onu gizlice uyarmıştı. Çalıların arasında kocaman kara bir göz gibi duran bu karanlık boşluğu fark etti ve hemen geri adım attı.
Yaşlı kadın bir süre kuyuyu inceledikten sonra hemen geri döndü. Kabiledekilere kuyudan bahsetti. Kabileden üç dört kadın ve iki erkekle geri döndüklerinde kuyunun etrafındaki çalı çırpı ve bitkileri temizlediler. Karşılarına büyükçe bir kuyu çıkmıştı. Kuyunun ağzı kocaman bir boğayı içine alabilecek kadar büyüktü. Güneş tepede olmasına rağmen en iyi gören gözler bile kuyunun dibini göremedi. Derinliğini ölçmek için attıkları taşların düştükten sonra hiç bir ses çıkarmaması çok garipti. Sanki kuyunun dibi yoktu.
Öyle ya da böyle kuyunun bir dibi olmalıydı değil mi? Ne kadar derin olursa olsun kuyunun içine atılan herhangi bir şey eninde sonunda kuyunun dibini bulmalı ve zor duyulsa da bir ses çıkarmalıydı.
İçine ne atarlarsa atsınlar kuyudan hiç bir ses çıkmıyordu. Ya kuyu atılanları yutan koca bir devdi ya da kuyunun bir dibi yoktu.
Kuyunun yanı başında merakla bu gizemli büyük deliğe bakarlarken birden hiç beklemedikleri tuhaf bir şey oldu. Kuyunun gizemli karanlığından bir taş, sanki onu aşağılarda saklanmış gizli bir el fırlatmış gibi kuyudan dışarı fırlayıp biraz ileriye toprağın üstüne düştü.
Kuyunun içinden birden bire fırlayan bu ufacık taş hepsini de çok korkuttu. Bu biraz önce attıkları taşlardan biriydi. Kuyunun etrafındaki kalabalık bir serçeyi bile yaralayamayacak kadar küçük taştan korktular ve bağıraşarak dört bir yana kaçıştılar. Kabilenin en cesur savaşçılarının bile ödleri kopmuştu. Epey bir koştuktan sonra güvenli bir yerde durup yere çöktüler. Ellerini gözlerinin üstüne siper edip uzaktaki kuyuya bakmaya başladılar.
Korkuları biraz olsun geçince düşünmeye başladılar. Taş nasıl olmuştu da kuyudan fırlamıştı? Kim ve neden atmıştı? İnsanları göz açıp kapayacak kısa sürede parçalayan büyük ayılardan biri veya başka bir vahşi hayvan mı vardı orada? Yoksa güneş tanrısının bir büyüsü müydü bu? Ay Tanrısının işi olamazdı çünkü vakit henüz gündüzdü ve gökyüzünde güneş vardı.
Kuyunun içinden yumruk büyüklüğünde bir taş daha fırladı ve kabileden uzak tarafa, nehrin yakınına düştü. Hemen ardından bir taş ve başka bir tane daha. Bir anda başlayan bu taş yağmuru fazla uzun sürmedi ama tüm bir kabilenin yine çığlıklar atarak kuyudan epey bir uzaklaşmalarına yetmişti.
Bu büyülü taş yağmurundan epey bir korkan kalabalıktan bir kaçı olan biteni kabileye haber vermek için koşarak gitti.
Bir süre sonra bebekler hariç neredeyse bütün kabile, kuyunun epey bir uzağında güvenli bir mesafede toplanmış, tedirgin bir şekilde kuyuya bakıyordu. Kabilenin reisi, büyücüsü ve tabi ki ellerindeki mızraklarla gergin bir şekilde bekleyen savaşçılar da oradaydı. Büyücü elindeki dumanlar çıkartan kabı sallayarak kimsenin anlayamadığı garip duaları okurken kuyudan yine bir taş daha fırladı.
Aylardır süren arayışlarından sonra buldukları bu bereketli topraklara ve durmadan çağıldayarak akan berrak ırmağa çok sevinmişlerdi ama sevinçleri kursaklarında kalmıştı. İçinden taşlar fırlatan ve atılan taşların dibini bulamadığı bu garip kuyu yüzünden epey tedirgin olmuşlar ve korkmuşlardı.
Birdenbire ortaya çıkan gizemli kuyunun varlığı, tüm bu bereketli toprakları bir anda güvensiz ve kötü büyülü yapmıştı.
Yine de bu bereketli toprakları hemen terk etmek istemiyorlardı. Korkmalarına rağmen belki gizemli kuyuya rağmen burada yaşayabilirlerdi. En azından bir süreliğine.
Gece vakti yakılan ateşin çevresinde toplanan kabile yaşlıları ve reisi ateşin kıvılcımlarına bakarak uzun süre düşündüler. Sanki aradıkları cevabı ateş kıvılcımları söyleyecekmiş gibi dalıp gitmişlerdi. Önlerinde sadece iki seçenek vardı. Ya burada kalıp gizemli kuyunun riskini göze alacaklardı ya da toparlanıp tekrar göç edeceklerdi.
Kabile neredeyse altı aydır yollardaydı. Gencinden yaşlısına kadar herkes ölesiye yorgun ve bitkindi. Kimsede yola çıkacak heves ve enerji yoktu. Sonunda orada kalmaya karar verdiler. Mümkün olduğunca gizemli kuyudan uzak duracaklardı.
Kabile bir taraftan bereketli topraklarda, akan nehrin yanına yerleşirken bir taraftan da fazlasıyla temkinli hareket ederek kuyudan uzak durmaya çalıştılar. Birkaç gün kimse kuyunun yanına bile gitmedi. Yine de insanoğluna özgü o merak duygusuyla kuyuyu keşfetmek, sırrını ortaya çıkarmak istiyorlardı.
Ölümden korkmayan ama tanrıların gazabına uğramaktan korkan kabilenin en cesur üç savaşçısı, kuyunun yanına gidip etrafındaki çalıları ve ağaçları kestiler. Etrafını temizledi. Daha sonra da yaşlılar, çocuklar, hayvanlar ve gözü görmeyen yaşlı kadın kuyunun içine düşmesin diye etrafına büyük kazıklar çakarak bel hizasına gelecek kadar büyük bir çit ördüler. Tabi bunları yaparken kuyunun içine bir şey atıp onu sinirlendirmemek için çok dikkatli davrandılar.
Aslında uzun ağaçları keserek kuyunun üstünü tamamen kapatabilirlerdi ama bunu yapmaya cesaret edemediler. Açıkçası kuyudan veya sakladığı şey, her neyse ondan korkuyorlardı.
Kabilenin bazı yaşlıları daha önce alevli taşlar ve kızgın sular fışkırtan dağlar görmüşlerdi. Acaba bu gizemli kuyu da onların kardeşi miydi? Ama kuyu hiç alevli sular fışkırtmıyordu.
Aradan geçen günlerde gizemli kuyuyu daha yakından tanımak için kendilerince ufak deneyler yaptılar. Kuyunun içine taş atıyorlar, sonra hızla uzaklaşıp ileride siper alıyorlardı. Taşı attıktan epey bir sonra kuyu atılan taşı geri fırlatıyordu. Bunun dışında kuyu kendi kendine hiç bir şey fırlatmıyordu. Sadece atılanı geri veriyordu.
Gizemli kuyu sadece rahatsız edilince harekete geçiyordu. İki gün boyunca kuyuya hiç bir şey atmadan öylece beklediler. Hiç bir şey atmayınca kuyudan da bir hiç bir şey fırlamıyordu. Sonunda bundan emin olmuşlardı.
O halde dipsiz kuyunun dibinde bir cin, yaratık veya ufak bir tanrı vardı. Dipsiz kuyunun en dibinde oturuyordu. Üstüne atılan şeyi o da olduğu gibi yukarı atıyordu. Belki sinirlendiği için belki de bilemedikleri bir başka nedenden. Eğer bu ufak tanrıyı rahatsız etmezlerse pek sorun çıkaracağı yok gibiydi.
Kabile gizemli kuyunun çevresindeki duvarı daha sağlam hale getirip, herkesin gizemli kuyudan uzak kalmasını sıkı, sıkı tembih ettiler.
Kabile yerleşik hayata geçerken etrafı da keşfetmeye başlamıştı. Çadırlar kuruluyor, ağaçlar kesiliyor ve berrak nehirden gümüş renginde balıklar avlanıyordu. Çocuklar, kadınlar ve ihtiyarların gizemli kuyunun yanına gitmesini yasakladılar. Tüm bir kabile gizemli kuyudan çok korksa da hepsi de içten içe onun gizemini çok merak ediyordu.
Mümkün olduğunca kuyudan uzak kalmaya çalışsalar da sonunda dayanamadılar. Bazen tek başlarına bazen iki üç kişilik guruplar halinde kuyunun yanına gelip onun sonsuz gibi görünen karanlık derinliğine bakıyorlar ve kuyuya sonradan fırlatacağını bildikleri ufak taşlar, ağaç parçaları ve kemikler atıyorlardı.
Kuyuya bir şey attıktan sonra bekleyip kuyunun attıkları şeyi bir süre sonra fırlatmasını beklemek çocukların ve gençlerin yeni oyunu olmuştu. Ama ilk zamanlar çok sevdikleri bu oyun zamanla sıkıcı hale gelmişti.
Biraz daha cesaret kazanınca, kendilerince yeni deneyler yapmaya başladılar. Uç uca bağladıkları elli adam boyundaki esnek dallardan yaptıkları ipin ucunda sallanan taşı kuyuya sarkıttıklarında gizemli kuyunun dibini bulabileceklerini düşünüyorlardı. Ama bekledikleri gibi kuyunun dibini bulamadılar. İpin boyunu yüz adam boyu kadar uzatmaları da bir çözüm getirmedi. Kuyu yüz adam boyundan bile derindi. Zaten bildikleri en büyük rakamda on tane on, yani yüzdü. Daha uzun bir ip de zaten yapamazlardı.
Kuyu hakkında herkesin kendince bir fikri vardı. Yaşlı büyücünün dediğine göre kuyu, öldükten sonra gidecekleri öbür dünyaya açılıyordu. Yani kuyunun bir dibi yoktu. Sadece dünyanın diğer ucunda bir başka ağzı vardı ve bu ağız öbür dünyanın başlangıç yeriydi. Bu yüzden bu kadar derindi ve yine bu yüzden içine atılan her şeyi tekrar dünyaya fırlatıyordu çünkü o sadece ölüleri kabul ediyordu.
Zaten kabilenin büyücüsünün bu açıklamasından sonra kimse beline bir ip bağlayıp kuyuyu bizzat keşfetmeye cesaret edemedi. Ölümden zerre korkmayan en cesur yürekli savaşçılar bile bunu denemek istemedi. Ölmek korkutucu değildi ama sonsuz cehennemde kalmak hiç de göze alınacak bir şey değildi.
Büyücünün açıklamasını doğru kabul etmelerine rağmen, gizemli kuyu hakkında hemen, hemen her kabile üyesi kendince bir hikaye uydurmaya başlamıştı. Kimilerine göre gizemli kuyu yaşayan bir devin burun delikleriydi. Dev toprağın altında sakin ve kıpırtısız bir halde uzun zamandır uyuyordu. Ama işte burnuna bir şey kaçınca fark etmeden hıçkırarak onu dışarıya atıyordu. Elbette bu daha basit ama pek de kabul edilebilir olmayan bir açıklamaydı.
Kabilenin en iyi ok atıcısı Laprima’ ya göre ise kuyunun aslında bir dibi vardı. Kuyu o kadar derindi ki dibinde oturan huysuz Tanrıyı ne görebiliyorlardı ne de duyabiliyorlardı. Kuyuya attıkları her şey Tanrının yanına veya kafasına düşüyor ve tabi havadan gelen bu taş, toprak ve ağaç parçaları kuyunun dibindeki Tanrıyı kızdırıyordu. O da atılan şeyleri kızgınlıkla tekrar yukarı fırlatıyordu çünkü huzuru kaçıyordu.
Kabilenin en güzel kızı Shimande 'ye göre ise kuyunun gerçekten dünyanın bir başka ucunda bir ağzı daha vardı. Ama orada da insanlar yaşıyordu. Kuyunun diğer ağzından fırlayan şeyleri tekrar geriye atıyorlardı. Bunu neden yaptıklarına dair bir açıklama bulamamıştı. Belki atılan şeylerden rahatsız oldukları için böyle yapıyorlardı. Belki de kuyunun diğer ağzından çıkan her şeyi kuyuya ait gördüklerinden tekrar geri kuyuya atıyorlardı.
Bütün kabile kuyunun gizemine kapılmıştı ama en çok Shimande kuyuyla ilgiliydi. Hemen her gün kuyunun başına gidiyor, savaşçıların yaptığı çiti aşıp kuyunun yanı başına gelip duruyordu. Kutsal bir ayini gerçekleştirir gibi alabildiğine yavaş hareket ederek yere diz çöküyor ve sonra kuyuya bakıyordu. Bazen saatlerce süren bu yeni ayin kabiledeki herkesi rahatsız ediyordu, tabi ki en çok da ona deliler gibi aşık olan Laprima ’yı.
Kabiledeki herkes güzel Shimande ile yakışıklı Laprimanın aşkını biliyordu. Kabile geleneklerine göre birlikte bir bebek yapacaklardı. Shimande de, Laprima’yı seviyordu. Ama birdenbire ortaya çıkan bu kuyu, sanki aralarına girmiş bir kara kedi gibiydi. Ve Laprima kuyuyu kıskanıyordu. Hem de deliler gibi.
Laprima’nın dövüşebileceği bir erkek olsaydı her şey çok kolay olurdu. Geleneklere uygun olarak o erkekle, iki savaşçı olarak güzel Shimande için dövüşürlerdi. Ayakta kalan erkek kadını alırdı. Laprima buna her zaman hazırdı. Sevdiği kadın için ölümüne dövüşürdü ama gizemli bir kuyu karşısında alabildiğince çaresizdi. Ne yapacağını bilemiyordu. Sadece uzaktan Shimande ’yi ve kuyuyu çaresizlikle izliyordu.
Tatlı bir rüzgar uzun çimenleri dalgalandırdı. Sanki deniz gibi hareket ettiler. Aynı rüzgar Shimande’nin uzun güzel saçlarını da dalgalandırdı. Shimande saçlarını düzeltmek için elini başına götürdüğünde yanlışlıkla kır çiçeklerinden yaptığı taça takıldı. Taç başından kaydı ve kuyuya düşüverdi.
Shimande çiçek tacını yakalamak için bir hamle yaptı ama artık çok geçti. Taç kuyunun içine doğru neredeyse süzülerek düşmeye başladı. Bir süre sonra da karanlığın içinde kayboldu.
“Nasıl olsa kuyu çiçekleri geri verecek” dedi Shimande kendi kendine. Daha önce kuyuya bir şey atmımış olsa da bunu biliyordu. Durduk yerde bir yumurtanın çatlaması gibi bir his içinden geçti. Buna bir anlam veremedi. Biraz beklemeliydi. Kuyu tacını ona geri verir, o da güneş tanrısı uykuya dalmadan kabileye geri dönerdi.
Siyah sukunete bakarak sakince beklemeye başladı. Gözlerini kapatıp, esen rüzgarı teninde ve saçlarında hissederken birden yere düşen bir şeyin sesini duydu. Hemen yakınında bir yerdeydi. İşte beklediği gibi kuyu tacını geri vermişti.
Gözünü açtı, etrafına bakındı. Biraz ileride çiçekleri gördü. Ayağa kalktı ve çiçek yumağına doğru yürüdü.
Çiçeklerin yanına varınca eğilip onları yerden aldı. Şaşırdı. Bu demin başında duran taç değildi. Daha önce hiç görmediği çiçeklerden yapılmış bir başka taçtı.
Hayretler içinde önce çiçeklere, ardından sessizce duran kuyuya baktı. Bir sevinç çığlığı attı. İlk defa kuyu, farklı bir şey gönderiyordu. Hem de sadece Shimande’ye.
Elinde çiçeklerle bir çocuk sevinci içinde koşarak kabilenin yanına gitti. Herkese sevinçle elindeki çiçekleri göstererek, “Kuyu gönderdi, bana gönderdi, bunları bana gönderdi” diyordu nefes nefese.
Shimande ’nin etrafında toplanmış şaşkın kabile üyeleri sırayla, biraz da korkarak çiçeklere baktılar ve kokladılar. Kabilenin en yaşlısı bile daha önce hiç böyle çiçekler görmemişti. Kokuları da bildik kokulardan değildi. Üstünde kıpkırmızı noktalar olan beyaz çiçeklerdi. Hepsinin ortasında parlak taşlara benzer sert bir göbek vardı. Güneş ışığı çiçeklerin göbeğine vurunca türlü, türlü renkler ortaya çıkıyordu. Bazen derin bir mavi oluyorlar, bazen de kop koyu bir kırmızı. Ortaya çıkan her farklı renk bambaşka bir koku veriyordu. Güneş tanrısı gülümseyince renk değiştiren taşlar görmüşlerdi ama böyle bir çiçeği hiç biri bilmiyordu. Bir çiçek farklı zamanlarda farklı kokardı ama bu kadar kısa bir sürede kokusu değişen bir şeyi ne koklamışlardı ne de duymuşlardı.
Gizemli ve suskun kuyudan gelen bu armağan herkesi hem şaşırtmış hem de korkutmuştu. Bir tek Shimande sevinmişti çiçeklere. Alabildiğine güzeldi çiçekler, ama yine de onları tekrar Shimande’ye verip, uzak durmayı tercih ettiler.
Bu çiçekler korkutacak kadar güzeldiler. Yeryüzündeki tüm bitkileri ve otları bilen büyücü ve kabilenin en yaşlısı bile daha önce görmemişti. O halde bu dünyaya ait değildi bu çiçekler. Bazen güzellik de insanı korkutur.
“Kuyunun diğer ucundaki öbür dünyadan geldi bunlar” dedi büyücü bilmiş bir edayla.
Tüm bir kabile mırıldanarak “Evet, öbür dünyadan geldiler”
Birdenbire ortaya çıkan çiçeklerle birlikte kuyu daha da bir bilinmez ve gizemli olmuştu. Daha önce sadece içine atılanları geri gönderen kuyu, niye şimdi farklı bir şeyler gönderiyordu? Çiçekleri neden göndermişti? Ve neden Shimande’ye?
“Neden bana çiçek gönderdi?” dedi Shimande mırıldanarak.
“Neden ona çiçek gönderdi?” dedi Laprima çaresizlik ve kıskançlıkla.
Bir köşeye çekilmiş Shimande, saatlerce elindeki çiçeklerin kaynağını düşünüp durdu. Başkalarının attığı çiçekleri sanki taş ya da başka herhangi bir şey gibi olduğu gibi geri atıyordu ama Schimande atınca…
Çiçekler ona gönderilmişti, bu kesindi. Kuyunun çevresinde başka kimse yoktu. Kim göndermişti? Belki kuyu, belki de kuyunun diğer ucundaki bir insan.
“Bir adam” diye düşündü Shimande, “ya da erkek tanrılardan biri olmalı”.
Çiçekleri gönderenin kimliğine dair en ufak bir iz olmamasına rağmen, Shimande nedense onları gönderenin yakışıklı ve güçlü bir adam olduğunu düşündü. Bir kuyunun duyguları, merakı ve en önemlisi çiçekleri gönderecek elleri olamazdı ki… Dibi olmasa bile, kuyu kuyudur. Belki kadınca bir sezgiydi ya da sadece bir yanılsama. Ama böyle düşünmek nedense hoşuna gitmişti.
Çiçekleri eliyle okşarken ve arada yüzüne getirip koklarken, hayali adamı düşünmeye başladı. Sanki kırlardan çiçek toplayıp bir demet yapar gibi kafasının içindeki hayal aleminden kendine bir erkek yarattı. Saçlarını, gözlerini, ağzını ve sesini buldu.
Bildiği, tanıdığı veya ona masallarda anlatılan erkeklerden birer parça alıp içinde bir erkek yarattı. Kiminden sadece sesini, kiminden utanarak keskin dudaklarını aldı.
Yarattığı erkeğe bir ad bulmak istedi ama kendini ne kadar zorlasa da bir isim bulamadı. Sanki bir isim verirse erkeğinin içinde dağılıp gideceğini düşündü. Sadece mırıldanarak “Erkeğim…” dedi.
Elindeki çiçeklerle kendi hayal dünyasına dalıp gitmiş olan Shimande’ye uzaktan bakan Laprima sevdiği kadının yavaş yavaş elinden kayıp gittiğinin farkındaydı ama yapabileceği çok fazla bir şey de yoktu. Kuyunun gönderdiği çiçeklerden daha güzellerini bulup getiremezdi. Belki bu dünyadaki tüm çiçekleri onun için toplayıp getirebilirdi ama başka dünyalara ait çiçekleri bulamazdı ki…
Bir şeyler yapmak adına Laprima, Shimande’nin yanına gitti. Eski günlerdeki gibi konuşmak istiyordu onunla. Güçlü yabani hayvanların peşinden gittiği avlarda başına gelenleri anlatmak, boğaların taklidini yapıp onu şaşırtmak istiyordu. Yüzüne iliştirdiği eksik bir gülümsemeyle onun başında dikildi.
“Shimande” dedi sadece Laprima. Sesi neredeyse yalvarır gibi çıkıyordu.
Onu neden sonra fark eden Shimande, elindeki çiçekleri uzatıp, “bak ne kadar güzel çiçekler, o gönderdi bana” dedi gülümseyerek.
“O kim?” diye soramadı Laprima. Sadece onaylar gibi başını salladı ve “evet, çok güzel çiçekler” diyebildi.
Shimande yine büyülü çiçeklere kapılıp gitmişti. Çiçekleri güneşe doğru tutup elinde çeviriyor, oluşan renklere ve kokulara dalıp gidiyordu.
Bir süre daha Shimande’nin başında dikilen Laprima sonunda çaresizlik içinde oradan uzaklaştı. Öfkeyle doluydu. Karşısına ağzından ateşler çıkaran bir canavar çıksa bile alt edebilirdi. Hızla kuyunun yanına gitti.
Önce öfkeyle derin karanlığın içinde bir göz saklıyormuş gibi duran kuyuya keskin ve büyük taşlar attı. Ardından yayını çıkartıp bir ok yerleştirdi. Bütün gücüyle yayı gerip karanlığa içine fırlattı. Yayını bir kenara koyup, kuyudan çıkmasını beklediği adam, canavar ya da her neyse onunla dövüşmek için eline en keskin bıçağını alıp, kollarını yana açıp savaşmaya hazır bir halde beklemeye başladı.
Laprima ölümü göze almıştı. Çiçekleri gönderen her neyse kuyudan çıkıp bir erkek gibi onunla savaşacaktı.
Laprima uzun süre beklemedi. Önce attığı taşlar, ardından da keskin uçlu ok kuyudan fırlayıp biraz ileriye, kuyunun diğer tarafına düşmüştü. Kuyunun Laprima ile dövüşmeye hiç niyeti yoktu. Hatta ona aldırmıyordu bile.
Çaresizlikle düşen taşlara ve yere saplanmış oka bakan Laprima, başını göğe kaldırarak korkunç bir çığlık attı. Yapacak bir şey yoktu. Omuzları çökmüş bir halde kuyudan uzaklaştı.
Kuyunun çiçekleri gönderdiği günden sonra, Shimande ile Kuyu arasında alışılmadık bir ilişki başladı. Sanki iki tutkulu aşık gibiydiler. Shimande saatlerce Kuyunun kenarında oturup, gizemli derin karanlığa bakıyordu.
Birbirlerine hediyeler gönderiyorlardı. Shimande topladığı çiçekleri özenle bir araya getirip, öptükten sonra Kuyu’ya atıyordu. Bazen de nehir yatağının kenarında bulduğu parlak taşları ince dallarla sarıp küçük kolyeler ve bilezikler yapıyordu. Kuyu da bu hediyelere kayıtsız kalmıyordu. Ona atılan her şeyi geri vermesine rağmen, Shimande ne atarsa atsın geri vermiyordu.
Başka dünyaya ait hediyeler gönderiyordu. Bazen kimsenin hiç bilmediği çiçekler, bazen de hoş kokulu otlar ve güneşten bile parlak taşları sunuyordu. Hediyenin ne olduğu ne Kuyu için, ne de Shimande için önemli değildi. Yeter ki gönderdiği şeye Shimande’nin elin dokunmuş olsun. Kuyu için gönderilen şeyleri değerli kılan buydu. Zamanla aynı şey Shimande için de geçerli olmuştu. Dünyanın en değerli hazinelerinden bile değerli taşlar onun için önemli değildi. Kuyu ona herhangi bir şey gönderse bile fark etmezdi. Erkeğinin elinin değmesi her şeyi değerli kılıyordu. Bütün bu hazineler Shimande içindi. Kuyu Shimande’yi seviyordu.
Tabi Shimande de erkeğini seviyordu. Artık gözü hiçbir şey görmez olmuştu. Neredeyse tüm vaktini kuyunun başında geçiriyordu. Tüm bir kabile bu durumdan kaygılıydı ama başka dünyalara aitmiş gibi duran bakışlarıyla onların içine bakan Shimande’den çekiniyorlardı.
Büyücünün dediği gibi, sonu olmayan bir uçuruma benzeyen Kuyu’ya baka baka Shimande de bir kuyu olmuştu. Ruhu, bakışları ve elleri tıpkı dibi olmayan bir kuyu gibiydi. Alabildiğine derin ve ürkütücü, tabi bir o kadar da çekici.
Bunu Shimande de fark etmişti. Kuyunun yanında oturup, güzel ellerini usulca dizlerinin üstüne koyduktan sonra saatlerce kuyuya baktığı zamanlarda anlamıştı. Aslında baktığı sonsuz derin olan Kuyu değildi. Artık o kendi ruhuna bakıyordu.
Ruhuna baktığında kuyuya, kuyuya baktığında ise ruhuna aktığını anlamıştı. Erkeğinin içinde, kendisinin ise kuyuda olduğunu anladı.
“Nedir bu?” diye sordu içinden Shimande. Sonra bağırarak aynı soruyu Kuyuya sordu. Kuyudan hiçbir ses gelmedi. Bu sessizlik onu ürkütmedi. Sevgiyle gülümsedi.
Gözünü kapatıp içindeki kuyuya baktı. Bir rüzgar esti ve saçlarını savurdu. Öylece uzun süre durdu. Yere düşen bir şeyin sesini duydu. Usulca gözünü açtı. Kuyu yine bir şey göndermişti ona.
Başka dünyalardan gelmiş yeni çiçeklerdi. Sapları merdivene benzeyen kırmızı bir iple bağlanmıştı. İplerin bittiği yerde, kıvrılmış ve iç içe geçmiş iki dal gördü.
Shimande’nin kalbi deli gibi atmaya başlamıştı. Bir daire gibi kıvrılmış ve birbirlerinin içinden geçen iki dal, kabile geleneklerine göre bir erkeğin, bir kadınla bir çocuk yapmak istemesi anlamına gelirdi.
Erkeği onu istiyordu. Merdivene benzeyen ipin anlamı buydu. Kuyunun ona gönderdiği mesaj çok açıktı.
“Yanıma gel” diyordu Kuyu.
Çiçeklere baktı. Kırmızı yaprakları üst üste açılan çiçeklerdi. Bir yaprağın bittiği yerde hemen bir başka yaprak başlıyordu. Kırmızıdan pembeye doğru değişen renklerdeydi hepsi. Eliyle yaprakların üstünde gezindi. Parmaklarına parlak, toza benzer bir şey bulaştı. Ellerini güneşe doğru tutup baktı. Rengarenk ışıklar yansıdı parmaklarından. Sanki Kuyu’nun gönderdiği taşlardan yansıyan ışıkların aynısıydı. Parmaklarını kokladı. Keskin reçine kokusu geldi burnuna. Daha sonra dağ başında bulduğu çiçeklerin kokusunu hissetti. Bir bebeğin kokusunu fark edince hayretle gülümsedi. Sonra da nedensiz utandı. Neredeyse binlerce renge eşlik eden binlerce koku geldi geçti. Bütün renkler ve kokular diğer dünyayı anlatıyordu.
“Erkeğimin yanına gitmeliyim” dedi Shimande.
Kuyunun hemen yanında ayakta duran Shimande ellerini iki yana alabildiğine açtı. Uzaktan onu gözleyen Laprima bir şeyler sezinlemişti. Hemen ayağa fırladı. Alabildiğine güçlü bir sesle “Shimande” diye haykırdı.
Ama Shimande onu duymadı. Kollarını alabildiğince açtı. Bu haliyle toprağa bütün kökleriyle bağlı bir ağaç gibiydi. Başını gökyüzüne çevirdi. Vedalaşır gibi uzaktaki nehre, kabilenin insanlarına ve tekrar gökyüzüne baktı. Yüzünde kendinden emin bir gülümseme vardı. Sonunda kendisi sonsuz kuyu, kuyu da sadece kendisi olmuştu. Artık gitmeliydi…
Kıpırtısız bir mavi göle atlar gibi kendini kuyunun boşluğuna bırakıverdi. Hiçbir ses çıkarmadan, en ufak bir korku duymadan ve savunmasız çiçekler gibi kuyunun sonsuz boşluğunda kaybolup gitti.
Sevdiği kadının kuyunun içinde bir anda yitip gittiğini gören Laprima, keskin bir okla yaralanmış gibi bir çığlık attı. Koşarak kuyunun yanına geldi. Huzursuz bir vahşi hayvan gibi Kuyunun etrafında dolanıp duruyordu. İçinde zayıf bir ümit vardı. Kuyu her şeyi geri gönderdiği gibi Shimande’yi de birazdan ait olduğu yere gönderirdi.
Laprima’nın sesini duyan tüm kabile kuyunun yanına gelmişti. Onun çaresiz hareketleri ve çığlıkları her şeyi apaçık anlatıyordu. Shimande yoktu. Kuyu onu almıştı.
Atılan bir taş gibi Shimande’nin geri gelmesini beklemeye başladılar. Kuyunun etrafında büyük bir daire oluşturmuşlar ve karanlık bir kapı gibi duran sessiz kuyu ağzına bakıyorlardı. Bir tek Laprima huzursuz adımlarda kuyunun etrafında sürekli dönüp duruyordu.
Kuyu her zamanki gibi alabildiğine sessiz ve kayıtsızdı. Tam ümidi keseceklerken kuyudan bir şey fırlayıp hemen yanlarına düştü.
Shimande’nin eşyalarıydı bunlar. Güzel omuzlarını örten bir deri, gerdanına taktığı güzel taşlarla bezeli kolye ve saçını topladığı parlak bir kemik parçası vardı yerde.
Kimse gidip elbiseleri yerden almaya cesaret edemedi. Sadece Laprima yavaşça yere düşen elbiselerin yanına gitti. Shimande’nin akıbetini söyleyecek bir şey varmış gibi eşyalara dokundu, dikkatlice baktı. Hiçbir şey yoktu. Ne bir kan lekesi, ne de bir yırtık. Sanki nehrin sularında yıkanmadan önce üstünden her şeyi özenle çıkarmış gibi düzenliydi tüm elbiseler ve takılar. Shimande kendi isteğiyle soyunmuştu.
Bir gölün sularına dalmak ister gibi. Ya da….
Kuyunun etrafındaki herkes Laprima’ya acıyarak bakıyorlardı. Burada kalmamaları gerekiyordu. Kuyu tekin değildi. Baştan beri hata yapmışlardı. Başından beri korktukları sonunda olmuştu.
Belinde asılı duran keskin bıçağı çıkartan Laprima kararlı adımlarla kuyunun yanına gelip kendini kuyunun karanlığına bıraktı.
Herkes olduğu yerde donakalmıştı. Savaşçı Laprima o kadar hızlı ve kararlı hareket etmişti ki ne olup bittiğini anlayamamışlardı. Laprima da kuyuda yitip gidince iyice korktular. Hemen hepsi kuyudan biraz daha uzaklaştılar. Sanki kuyu hepsini sırayla yutacak gibiydi.
Ne uzaklaşabiliyorlardı ne de yaklaşabiliyorlardı. Her zamanki bildik alışkanlıkla kuyunun onları geri vermesini uzun bir süre beklediler. Ama hiçbir şey çıkmadı. Sadece ara sıra esen rüzgarın dallardaki hışırtısında başka bir ses gelmedi. Yavaşça ayağa kalkıp, hiçliğe doğru yavaş adımlarla yaklaştılar. Tekrar büyük bir çember oluşturup o gizemli karanlığa baktılar.
Sonra birden bir ses geldi Kuyu’dan. Kimse ne olduğunu anlayamıştı. Kimi bir bebeğin ağlayışı sandı, kimiyse genç bir kadının keyifli kahkasına benzetti. Öyle garip bir sesti ki bazen kurt ulumasını andırıyordu. Ses aynı sesti ama herkes farklı bir şey duyuyor gibiydi. Hatta kabilenin en yaşlısı, Schimande ile Laprimanın onlara seslendiklerini iddia etti. Onun dediğine bakılırsa her ikisi diğer dünyada kendilerine bir yuva bulmuşlardı ve orada yaşayacaklardı. Hatta bir bebekleri bile olmuştu. Onların dünyasında zaman çok hızlı ilerliyordu. Bebek olayına kendince bir açıklama getirmişti böylece.
Genç bir savaşçı ise duyduğunun bir yaralı insanın iniltisi olduğundan neredeyse emindi. Hatta kuyudan gelen sesin sahibinin bir okla yaralandığını bile söyledi. Diğerleri ona aldırmadı ama zaten kimsenin duyduğu bir başkasının duyduğu sese inanmıyordu. Sanki kuyudan aynı anda bir kahkaha, bir bebek ağlaması, yaralı bir insanın ilintisi ve yaşlı bir kurdun homurdanması geliyordu.
Ses ne olursa olsun ne Schimande’den ne de Lacrima’dan bir iz yoktu. İki güneş gökyüzünde eskidi ama kuyudan hiçbir şey çıkmadı. Ne atılırsa atılsın kuyu geri vermiyordu. Artık tamamen suskundu.
Kabile huzursuz bir halde dört güneşin gökyüzünde eskimesi kadar bekledi. Bazen meraktan bazen de içinde bulundukları çaresizliği yenmek için ara sıra kuyuya ufak taşlar atıyorlardı ama hiçbir taş geri gelmemişti.
Savaşmadan yenilmişlerdi. Bir düşman olmadan yenilmişlerdi. Kaybettikleri neydi onu da tam anlayamıyorlardı. Sadece Schimande ve Laprima değil, onlarla birlikte bir şey de yok olmuştu. Ama kimse kaybettiklerinin ne olduğunu da tam bilemedi. Belki sürekli olarak kuyudan gelen garip ses gibiydi.
Göremedikleri düşmanın varlığına daha fazla dayanamadılar. Bir sabah, bereketli toprakları, suları ve Schimande ile Laprimaya ait tüm ümitlerini de geride bırakarak başka bir yere göç ettiler.
Sırtlarında ağır yükler olan kabile üyeleri, tek tek geriye dönüp son bir kez kuyuya baktılar. O garip sesi dikkat kesilerek son bir kez dinlediler. Sonra umutsuzluk ve inançsızlıkla başlarını çevirip yeni bir bilinmeyene doğru ağır adımlarla hareket ettiler.
Ama kuyu hala oradaydı, tıpkı ölüm gibi…
Mehmet Emin Arı[/ALIGN]