COYOTTE VE SKİLİA – V
(Sıkıntılı Eser)
Ramona, hüzünlerin kadını, dul ve sıkıntılı. Çok ihtiyar bir annesi vardı, seksenlerinde. Türkçe bilmezdi, daha doğrusu az bilir ama konuşmazdı. Aslında soyu Niğde kökenliymiş ve daha sonra İstanbul’a göçmüşler. Göçler, ah bu göçler, insana tehciri, sürgünü, ilticâyı, monotoni’yi, tenâkuzu, sabrı, profesyonelleşememiş ne kadar hissiyât varsa hepsini öğretiyor. Kavramlar her dâim yer değiştiriyor, mânâ değiştiriyor, içleri bir doluyor bir boşalıyor. Âdetâ çeşme başında oturuyoruz, acı bir çeşme, gözlere iyi geldiği söylenen fakat içimi çok zor bir şifâlı su. Şifâsını hemen farq edemeyebiliriz, sonraları etkisini gösteriyor. Gözlere iyi geliyor bu acı ve şifâlı su. Lâkin, tam gözlerim keskinleşti dediğiniz yerde diğer duyularınızda olumsuzluklar daha doğrusu değişiklikler yaşıyorsunuz. Elleriniz hayatı kavrarken âdetâ bir timsahın dişlerini avına geçirmesi gibi, çok yırtıcı, çok vahşî ve çok acımasız. Hayatı kavramaktan hayatı acıtmak da – birlikte – anlaşılıyor. Eller, dişe dönüşüyor. Aslında, insanın tekâmülünde ’EL’in önemi çok büyük. Hayatta kalmanın en kritik uzvudur. El, sopadır, değnektir, taştır, işârettir. Çeşme başında kavranan hayat, belki de biraz bilinçaltının etkisiyle, düşmana saldırır gibi, hoyratça ve delice kavranmaya çalışılıyor. Nerededir bu çılgınca sarılışın membâı? Öyle bir enerji açığa çıkıyor ki, damacanalarla su yetiştirseniz o hararet dinmek bilmiyor. Eller hayatı kavrayayım derken hayatın yüreğine batan bir dikene dönüşüyorlar, hayat orada, göğsünü gülün dikenine dayayarak düşen ve kanını güle reng olarak veren bülbül misâli kendini ’EL’e teslim eder ve rengini ’EL’e verir.
Ele verilen sâdece reng midir? Bu sualin cevabını ne Maria bilir, ne de Ramona. Sanmam. Belki, eşi Jak’tan mutmain ve razı olan çilli suretiyle öne çıkan dîni bütün Esther bilebilir. Çünkü o, iki bin sene evvel sürülmüşlüğün ne demek olduğunu genetiğinden bilir. Hücrelerine kadar işlemiştir ghetto kokusu ve rengi. Eğer ona sorma fırsatım olsaydı, ele verilen başka ne var?, diye, herhâlde ilk şey muvazene olurdu. Muvazene nasıl ele verilebilir ki? Çeşme başında olmayan bilemez mutlaka. Fransız edebiyatının dört devini akılda tutabilmek için, ‘La Racine boit l’eau de la fontaine Molière’ diye bir cümle kurulurdu. Anlamlı bir cümledir: Kök, suyu, Molière çeşmesinden içer. Dört isim ise şunlardır: Racine, Boileau, La Fontaine ve Molière.
Çeşmenin başında, fransızca biliyorsanız eğer, Corneille’den şu dizeleri hatırlayabilirsiniz :
Ô rage, ô déséspoir,
Ô vieillesse ennemi,
N’ai-je donc tant vécu pour cette infamie
Ne suis-je blanchi dans les travaux guerriers
Ey çılgınlık (azgınlık, kuduzluk), ey ümidsizlik,
Ey düşman ihtiyarlık,
Bu ihânet (vefâsızlık) için mi bu kadar yaşadım,
Askerî işlerde (saçlarımı) ağarttım.
Corneille’in kahramanı, vefâsızlıktan, ihtiyarlıktan dem urarak ümidsizliğe düşer, pasif bir isyân çığılığı atar.
Sürgün vefâsızlığın keskin gözlerdeki kör noktasıdır. Eller mi yalnızca, çile çeker. Koku da yoktur, tad da. Saman gibidir uzaklar.
Akla bâzan Alphonse de Lamartine gelir, büyük romantik:
Le Lac (Göl) isimli şiirinde,
Ô lac, suspends ton vol,
Et vous, heures propices, suspendez votre vol.
Lamartine saatlerin ve zamanın, akışlarını durdurmalarını taleb eder. Durun der onlara, zamanın durmasını ister. ’Göl saatleri’ni yazan şâirimiz Lamartine’den çok etkilenmiştir. Sazlıklarda o dem bir kamış olmak vardır.
Hayatın devâm ettiği yerde alfabeler vardır, çeşit çeşit. Sürgün öğretir, tâlim ettirir. Sürgünde, elâlemin tasından içip, kuzinasından yemek güçtür. Exile’dir ve ’Exit’tir. Sürgünde hayat sıklıkla bir aerogastraljidir.