El Grego'ya Mektuplar
Ergenlik devremi, gençliğin o bilinen huzursuzluklarıyla geçirdim. İçimde iki büyük canavar uyanmıştı: tenimden ibaret leopar ve insanın ciğerini yiyip, yedikçe acıkan, doymak bilmez kartal, yani akıl.
Daha çok küçük, üç dört yaşlarımdayken, doğumun sırrını çözme konusunda müthiş bir meraka kapıldım. Anama, teyzelerime soruyordum: “çocuklar nasıl doğar? Birden evin içine nasıl girerler? Nereden gelirler? Kendi kendime şöyle diyordum: herhalde yeşil bir ülke vardır, bu belki de cennet’tir, çocuklar kırmızı lale gibi orada filizleniyordur. Ve ara sıra bir baba cennete gire, birini koparıp eve götürür. Bunu kafamda evirip çeviriyor, ama pek de inanmıyordum; annem de, teyzelerim de bana ya cevap vermiyor ya da masal anlatıyorlardı; ama ben umduklarından fazlasını anlıyor, kendim de çok şeyler tahmin ediyor, fakat inanamıyordum.
Ten yavaş yavaş uyanıyor. Önsezilerle bulutlardan meydana gelen krallığım sağlamlaşmaya başladı. Sokak konuşmalarını duyuyor, ne anlamları olduğunu açıkca bilmiyordum ama bazılarının esrarengiz, yasaklanmış hazla dolu olduklarını sezmekteydim; yani bu sözleri ayırt ediyor ve unutmamak için içimden defalarca tekrarlıyordum.
O eski günlerde memleketimizde çok geç buluğa erilir, utançtan kıpkırmızı kesilinir ve çeşit çeşit maskelerin ardına gizlenmeye çalışılırdı. Benim ilk meske dostluk oldu; kısa boylu, şişman, çarpık bacaklı, atletizm bakımından ağır, manevi hiçbir merakı olmayan biri. Her gün birbirimize ateşli mektuplar veriyorduk. Mektubu olmadığı zaman içime bir gariplik çöküyor ve çoğu kez de ağlamaya başlıyordum; evlerinin çevresinde dolanıyor, kendisini gizlice izliyor, ortaya çıktığını gördüğüm vakit soluğum kesiliyordu. Ten uyanmış, fakat henüz kadınla erkek arasındaki farkı ayıramamıştı. Ama, bir kız olacağına, bir erkek çocuğuyla ilişki kurmak bana daha tehlikesiz ve daha dürüst görünüyordu; bir kadınla karşılaştığımda tuhaf bir antipati, tuhaf bir korku hissederdim. Rüzgâr esip eteğinin uçları biraz kıpırdadı mı, birden utanç ve nefretle kıpkırmızı kesilerek başımı öteye döndürüyordum.
Aradan uzun yıllar geçip de, eski bir çekmecede, o arkadaşımın mektuplarını görünce ürperdim; tanrım, ne ateş ve ne masumluktu o! O çirkin yüzlü, kaba yapılı okul arkadaşımla birlikte, bir yaz mevsimi, sıcak bir havada yeni bir “Dostluk Derneği” kurduk. Gizli toplanıyorduk, karşılıklı yemin ettik, tüzükler imzaladık ve hayatımız için şu amacı belirledik: bütün hayatımız boyunca uzlaşma bilmeden yalana, köleliğe ve haksızlığa karşı savaşacaktık. Dünya bize yalancı, adaletsiz, namussuz göründü ve biz üçümüz onu kurtarma görevini üzerimize aldık. Bütün öğrenci arkadaşlarımızdan ayrılıyor, hep üçümüz beraber oluyor, amacımıza nasıl varacağız diye planlar kuruyorduk; her birimiz savaşacağımız alanı bölüştük: ben tiyatro eserleri yazacaktım, arkadaşım tiyatrocu olup onları oynayacak, matematiğe tutkusu olan üçüncümüz de, makinist olup büyük icraatta bulunacak. Dostluk derneğinin şubelerini artıracak, böylelikle fakirlere ve haksızlığa uğramış olanlara yardım edebilecektik.
Bir gün, Kastro’dan ünlü bir avukatın zengin bir genç kadınla nişanlandığını ve Pazar günü düğünlerinin olacağını öğrendik; ama bu arada, Atina’da öğrenciyken evlenme vaat ettiği fakir ve çok güzel bir kız Atina’dan çıkagelmişti. Ben bu skandalı öğrenir öğrenmez, bizim dostluk derneği üyelerini toplantıya çağırdım. Üçümüz de babamın evindeki odamda, heyecanlı bir toplantı yaptık; derneğimizin tüzüğüne göre, böyle bir haksızlığı kabul edemezdik. Ne gibi davranışlarda bulunabileceğimizi saatlerce tartıştık ve sonunda karar verdik. Üçümüz birden Metropolit’e çıkacak ve ahlak dışı olan bu hareketi şikâyet edecektik. Aynı zamanda, dostluk derneği imzasıyla, avukata da bir yazı yazarak Dorothea(Atinalı kızın adı buydu) ile evlenmediği takdirde, Tanrı’ya ve bize verecek hesabı olacağını bildirdik.
***
Elimize geçen bütün romanları okuyorduk, kafamız alevleniyor, hayalle gerçek ve şiir arasında ki sınırlar soluklaşıyor ve biz, hepsini insan ruhunun kurup kullanabileceğini sanıyorduk.
Ama aklımın nasıl açılıp gerçeğin sınırlarına yer değiştirttiğini ne kadar hissediyorsam, yüreğime o kadar acı doluyor ve taşıyordu. Hayat bana çok darmış gibi geliyor, beni içine almıyor, ölümü istiyordum; yalnız ölüm sonsuzmuş ve beni içine alabilirmiş gibi geliyordu. Hatırlıyorum, bir gün parlak bir güneş vardı, ben vücudumu sağlam ve mutlu hissetmekteydim; uzun ümitsiz bir de mektup yazmıştım; vasiyetname gibi bir şey: dünyaya veda ediyordum. Ama arkadaşım vazgeçti, ben de yalnız gitmek istemiyordum.
Kazancakis