TEKVÎR – Dilek Kartal

TEKVÎR

güneş katlanıp dürüldüğünde
hiçbir işe yaramayacak ne çok şey bilmem
senin ne çok şey bilmen, siyaset sanat edebiyat
bıçkın sesler, hamasi kelimeler, en çok da fiiller
yıldızlar kararıp döküldüğünde
bütün çekimleriyle ağzımızı kırıp gidecek..

çünkü biz
o koca adamlar sabrı yüzlerine yamarken de biliyorduk
lime lime edilmiş yüzlerine orda kaç kez daha sabrı
o koca adamlar
çorak avuçlarından allah’ı sorarken de sığınmak için
biz burada nüzul sırasını biliyorduk ayetlerin
günü gelip denizler ateşlendiğinde
bilmelerin hiç birisi hiçbir işe..

yazdıklarımız okunacak tek tek
kadınlar küs, klamlar küs, çığlıklar
bir kafede ben, erbane zilleriyle sarhoş
sen meydanlarda, seçimin ve bedeninle
sıyrılıp alındığında sema, perdeler kaldırıldığında
gelinler, üşüyen ayaklarını vurup uyandıracak toprağı
dul bakireler; kına değil topuklarında kan

ya sorulduğunda
yalnız o diri diri gömülen kıza değil
ölüme ebelenen oğlana da
dindirecek mi çatlayacak gibi olanın öfkesini
benim rengarenk duyarlı oyuncaklarım
bu her şeye geç kağıdımı kim imzalayacak
yetecek mi örtmeye, kopan kollarını bacaklarını onların
vicdan pansumanım benim
kışlık montlarım, ayakkaplarım

yürütüldüğünde dağlar
tıpkı bugün gibi
bu sokaklardan taşan yaralar gibi
bu döşekten kabuklarıyla yaralar
hani gidecek bir yerin yoksa
o her şeyin düzeleceğine inandığın
hani o her şeyle aranda yalnız yapayalnız hendeklerse
ne bir çukur, ne de bir tümsek; tıpkı bugün gibi
taş üstünde taş
omuz üstünde aşina bir baş dahi kalmamışsa
medet! diyebilecek
ey/vah!
artık ister yürümenle meşhur ol ister durmanla
kayboldular
kayboldum
kaybolduk çünkü
güneş katlanıp dürüldüğünde
hiçbir işe yaramayacak
bütün o yolları bilmek de

Dilek Kartal

 

Belki Sana İnanırlar – Dilek Kartal

BELKİ SANA İNANIRLAR

onlara artık yeni insanlar tanımak istemediğimi söyle
bana inanmıyorlar
güneş mi göreyimmiş, iki insan, açılsın mıymış içim
beni alıp pencerenin önüne yerleştiriyorlar
onlara bir salon çiçeği olmadığımı söyle
hasarsız parçalarımın giderek azaldığını
hiç değilse okunaklı bir ölüm için bir tık
hayatla arama bir boşluk bıraktığımı

bana inanmıyorlar
tıpkı inanmadıkları gibi; hem onları hem allahı
aynı anda sevebileceğime
tıpkı yüzümü arasında kuruttuğum kitapla
bütün bu talanların bir ilgisi olmadığını söylediğimde
dudaklarını aralayan müstehzi parlayış gibi
hani söyleyecek çok şeyim var da kıyıp söylemiyorum
der gibi
sen söyle..

yarıldım / sebep(?)
yırtıldım
çıkardığım çirkin sesleri duyuyor musun
tuhaf şeyler oluyor bak insan kendine yuvarlanınca
insan kendine çarparak parçalanınca
aklının tutunacak elleri de kopuyor
ama tıpkı diğerlerinin uçuşan saçlarımı delil gösterip
alnımın yangının yalnız o eşikte söndüğüne inanmadıkları gibi
inanmadıklarında
bir şey oldu bana
bende, bana sığmayan bir şey

ağustos gecesi dolaba konmayı unutulmuş yemek gibi
ekşidim bir gecede sanki kokuştum
oysa daha şunu, şunu, şunu söyleyecektim
kavgalara karışacak daha ladesler tutuşacaktım
daha ellerinin bütün yalan yanlışlarımı doğrulayan bir hakikat gibi
saçlarıma nasıl usulca indirildiğini
o küçücük avuçlarına o kırk tas suyu
hem de ruhun bile duymadan nasıl sığdırabildiğini falan…

şevkimi kırdılar / sebep(?)
kelimelerden yana nasibimi murdarladılar
oysa ben de susunca zehir zannediyordum dilimi
ne fena
cana değmenin can yakmaktan başka yolunu bilmiyorlar
misal ben, yenilmek koymuştum bu senle aramda olana
üstelik bütün yollarını da biliyordum
budadılar sebep
beni bir çınardan bonzai yapabilmek mümkünmüş gibi
anlamadan, dinlemeden, inanmadan
budadılar

hadi gel
o ucuz poları ört üstüme hadi, bordo
yanıma
sana bir kere bile sarılıp uyuyamamışlığımı da koy
değil değil sana yazmak için
ciğerlerimin çırpınmasını beklemiyorum her defasında
ama bilirsin; kabuğuna çekilmek için bile
büsbütün yaraya dönüşmeyi beklemeli insan

Dilek Kartal

 

Hafız – Rabia Boran

Hafız

O geldi, dediler. Annemle evlerine koştuk. Salondaki pervanenin altına doluştuk. Evde, evden de ağır bir hava. Bana vahiy geldi, melekleri görüyorum biliyor musunuz, dedi. Gülümsedi. Yanan sigarasını küllükte unutup bir sigara daha yaktı. Ben yeni elçiyim, beni dinleyin, dedi. Askere gitmişti, kafa iznine göndermişler. Sürekli vahiyden, meleklerden, yeni elçi oluşundan bahsetti. Pervane başımızın üzerinde döndü. Sürekli gülümsüyor. Sürekli susuyoruz. Arada, Kur’an’dan ayetler okuyor. Sesi, kulaklarımızdan girip kemiklerimize bir sızı gibi ulaşıyor. Salonun bir ucundan diğer ucuna yürüyor. Adımları hiç sekmiyor. Kendi kendisiyle mi, bizimle mi konuşuyor? Kafası izinde mi şu anda bilmiyorum. Anne köşeye pusmuş ağlıyor. Pervane başımızın üzerinde dönüp duruyor… Pervaneyle birlikte başım da dönmeye başladı. Yüzüne baktım. Bir gençlik dolusu yaşlanmış yüzüne baktım. Bir gençlik dolusu yaşlandım. Çok ciddi. Göz göze geldik. O anda sanki, bir yerlerden kendisini bulup getirdi kendine ve bana. Hoş geldin, dedi, gülümsedi. Her şeyi unutmuş ama beni unutmamış gibiydi, unutmadığı bir şeyi hatırlamış gibiydi. Pervane başımızın üzerinde döndü. Yüzü gölgelendi. Başımı önüme eğdim. Ayak başparmaklarım birbirine değdi. Kulaklarım sağırlaştı. Ben, diyordu, yeni elçiyim, beni dinleyin! Kıyamet yakındır, aklınızı başınıza alın! Eteğime birkaç damla yaş düştü. Sesi uzaklaştı. Bir kapı sesi duyuldu. Hafızlık ona ağır geldi, dedi birisi. Hafızlık onu hafifletmiş gibiydi. Harfler hafızasından sonsuz bir izin ister gibiydi. Pervane kafamın içinde döndü. Döndü. Döndü…

Annem, babamın akrabalarından kaçmak için şehrin batısından doğusuna sürükledi bizi. Çok geçmeden şehrin doğusunu annemin akrabaları istila etti. Bu insanlar akrabalarım ama hiç tanıdık değiller. Çok çocuklu bir ailesi var onun. Kardeşlerini saymaya el parmaklarım yetmiyor. Her defasında takılıyorum aynı parmakta. Yeni akraba çocuklarıyla bahçede oynadık. Sıcaktan bunalıp salondaki pervanenin altına doluştuk. Elimde bir bez bebek, şaşkın şaşkın duruyorum salonun ortasında. Bizim evimizde yoktu, pervanenin dönüşünü izledim ayakta. Nereye oturacağımı düşünürken, ona en uzak kanepeye iliştim. Başımı kaldırmıyorum ama gözlerini üzerimde hissediyorum. Elbisesini kendim diktiğim bebeğimin eteklerini çekiştiriyorum. Başımın tam üzerinde pervane dönüp duruyor. Göz göze gelmemek için onunla, bebeğime yeni kıyafetler tasarlıyorum. Bebeğime en çok kırmızı yakışır, diyorum. Kırmızı bir elbise teyelliyorum kafamdan. Babası o arada bana yaklaştı. Elinde bir şeker var, en sevdiklerimden. Kız, dedi, oğluma varıcan mı? Utandım. Kızardım. Cevap vermesem şekeri vermeyecek, nazlanacak, uzatacak. Canım şekeri çok çekti. He, dedim, varıcam. Şekeri aldım. Bu yeni oğlan çocuğuna baktım. Fetihten zaferle dönen komutan edasında. Hem de bu zaferi babası bir şekerle bağışladı ona. Şekeri ağzıma attım. Ayaklarımı birbirine yaklaştırdım. Başparmaklarım birbirine değdi. Gözlerimi kapadım. Şekerin dişlerimin arasında kırılışını dinledim. Pervanenin dönüşüne teslim ettim kendimi. Pervanenin çarkları günlerin gecelerin üzerinde çevrildi. Pervane döndü. Döndü. Döndü…

Aramıza onun deliliği girdi. Aramızdan bir gençlik geçti. Hiç karşılaşmadık değil. Uzaktan haberlerini almadım değil. Askere o izinden bir daha dönemedi. Durumu daha da kötüye gitti. Gördüğüm zamanlarda hep gülümsüyordu. Gülümseyerek geçiştirdik kelimeleri. Hep gülümsüyordu. Dudakları başından ayrılmış gibiydi. Başı gövdesinden habersizdi… Nişanlanmadan bir gün önce, evimize uzanan sokağın başında karşılaştık. Gülümsedi. Arapça bir şeyler okudu kısık sesle ve kesik kesik. Sustu sonra. Uzunca yüzüme bakıp gülümsedi. Kafam gövdeme ağır geliyor biliyor musun, dedi. Aklım alev alev yanıyor, dudaklarım benden habersiz başka gövdelere kaçıyor. Birisi hafızamdaki harfleri ateşe verdi, hafızamdaki harfler yanıyor. Yanık kokusunu sen de mi duymuyorsun, dedi. Bana varmaktan vazgeçtin, değil mi dedi. Gülümsedi. Rum 21, Rum 21, Rum 21… diye mırıldanarak uzaklaştı. Ardından sokağın başında kalakaldım. Az ötemdeki evim benden sonsuz uzaklaştırıldı. Yıllardır içimi parçalayarak dönen pervanenin birden durduğunu hissettim. İçim havasız kaldı. Boğulacağım sandım. Bir yanık kokusu geldi burnuma uzaklardan…

Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. Elime Kur’an’ı alıp mırıldandığı ayeti açtım. Ağladım. Yüzümü Kur’an’a gömüp uzun uzun ağladım. Ağladım onun hafızasındaki harfleri söndürmek istercesine…

Rabia Boran

Şiir Hakkında

Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir.”

Valéry

Şiirin konuları hiç eksik olmayacaktır; çünkü dünya o kadar büyük, o kadar zengin, yaşam o kadar değişik manzaralı ki… Hiçbir gerçek konu yoktur ki şair onu gereği gibi işlemesini bildiği andan itibaren şiirden yoksun olsun.”

Goethe