Gerard De Nerval – Ahmet Oktay

siyahın gezginiyim: her gün daha derine
yanar akşamla caddede vebalı lambalar,
bezgin, sıkıntıyla bakar herkes benzerine;
redingotlarıyla mumya gibi otururlar
iş yerlerinde, kahvelerde. ve akar zaman.
-birden söner uzak bir yıldız gibi yaşaman-
demek isterim, alımlı kadının birine.

çünkü kanar “bir mezarda bırakılan aşklar”:
adrianne! jenny! yıllardır bakir bir dulum ben,
avuntu bilmez. nafileydi tüm yolculuklar
o arayış: kara güneş içimdeydi zaten.
gittim harfin ve sayının bilinmez ucuna:
ölü yüzüm çekilmişti gecenin burcuna,
korkmadım sokağa hapsediyorken kapılar.

adoniram! hançerle sınandı ustalığın
ve açıldı gül gibi toht kitabı’ndaki giz:
herkes iki’dir. ben kimin öteki adıyım?
söyle: bulmak mıydı amacın ey yitik ikiz.
“içimizde bir oyuncu, bir seyirci yaşar”
ve “akıl ürünleri delilikten de çıkar”
kazıyınca pıhtısını o yıkık zamanın.

melek gülümsemiyor artık öteki anam,
çekil! çünkü “siyah ve beyaz olacak gece.”
ulaşır mı yaralı hayvan gibi bağırsam
sesim bencil, sevgisiz, muhkem ev içlerine?
onulmazım. çağcıl kentin yabanıl yitiği.
tek giysim vebalı ışıklarla melankoli,
bir redse kurtulmak bile istemem yazgımdan.

iki’yim: yakalandım sokakta çırılçıplak
ve giydirildim başkalarının sözleriyle.
ah! karanlığa giren görür beyazı ancak,
hangisiyim? biliyorum kimin gözleriyle?
ne yapsak silinmiyor ruhtan geçmişin izi
yaşamak kadar ölüm de çağırıyor bizi,
geçiyorum sokağı fenerle konuşarak

hem yaşamın imidir hem ölümün her fener

morg kaydı

giriş tarihi: 26 ocak 1885
adı, soyadı: labrunie, gérard de nerval deniliyor
cinsiyeti: erkek
yaşı: 47
doğum yeri: paris (seine)
medenî hali: bekâr
mesleği: edebiyatçı
giyim/eşya: siyah ceket, siyah yakalık, gömlek, flanel yelek,
gri-yeşil pantolon, kızıl çoraplar, boyalı ayakkabılar, siyah şapka
ölüm biçimi: asılma
intihar ya da cinayet: intihar
ölüm nedeni: bilinmiyor
gözlem: morga kaldırılmadan önce tanındı.
cesede edebiyatçılar derneği sahip çıktı

nasipsizim.

Ahmet Oktay

Kaç Kişiyiz Kendimizde – Ahmet Oktay

Pavese, Malcolm Lowry. İkizlerim.
Gece de sonsuz değil,
kötülük de. Ben de denedim.
Lav fokurdarken, gidip geldim
delilikleri. Bin vampir besledim
şuramdaki inde. Sövdüm
ve şehvetle öptüm her Meleği;
ah! Bilemedim.
Kaç kişiyiz kendimizde
Karabasanlar yaşattım
beni sevenlere,
bir hataydım, besbelli.
İçimdeki ölümden
içimdeki ölümden
içimdeki ölümden ürettim her şeyi.

Ahmet Oktay

Acı – Ahmet Oktay

Usandım taş basması günler yaşamaktan
yalnızlığımı büyütüyorum korkunç
yani bağırmak sana sulardan.

Her gün yeniden ölmek
elinden karanlık adamların
yalanla, ekmekle, silahla.

Üstümüze bakarken çağlar
her çocuk başı okşadığımız
suçlu bizmişiz gibi
büyüyor avcumuzda.

Gözlerinde bile
deniz dibi gözlerinde ölüler
askerler ve gemiciler halinde.

İhtiyar yüreği toprağın
buğdayı, elma’sı
korkuda.
Suskunluğum, utancım büyük
sıkıntım kara.
Gel dağıt mavini
kör kuyular uykuma.

Ahmet Oktay

Rainer Maria Rilke – Bir Genç Kadına Mektuplar

“İnsana varmak isteyen ve varması gereken şey üzerine çökmelidir kişinin, sanki onu özlüyormuş gibi, sanki insanın varlığını ele geçirmekten, güçsüzlüğünün her bir atomunu teslimiyete dönüştürmekten başka bir düşüncesi yokmuş gibi.” (s.6)

“Mektubu hâlâ bir ilişki aracı olarak, en güzel ve kazançlı ilişki araçlarından biri olarak gören eski moda insanlardanım ben.” (s.8)

“Kadınların kaderi: İlk ve son olarak doyuma ulaşmış, kararlaştırılmış, cevaplanmış olmak ister, soru olarak kalmak onun doğasına aykırıdır.” (s.11)

“Yalnızca ölümden bakıldığında aşkın hakkıyla üstesinden gelinebilir.” (s.19)

“Çoğu insana geçmişteki yalnızlığının sonuçları kederli yanılgılar gibi gelir, kendilerini mutluluğun göz kamaştırıcı ışıklarına atarlar ve içsel gerçekliklerinin kontürünü unutup inkâr ederler.” (s.21)

“Geçirdiğiniz yorucu ve amansız kış, bütün sertliğiyle bir tür donmuş neşe gibi, (dileğim odur ki) şimdi artık çözülmüş olan saf ve güçlü bir gelecek bloğu gibi geçmiş olmalı; sel olmuş akarak, hışırdayarak, bahara karışarak. Şimdi birbirini selamlıyor bahçelerimiz.” (s.31)

“Yaşamın, kendi ölçülerini son derece aşan zenginlikleriyle, daha sonraki her türlü yoksul düşmeden çok daha önce davranmış olduğunu deneyimledim. Geriye korkulacak ne kalır ki? Bu durumu unutabilme ihtimali sadece! Ama çevremizde, içimizde, hatırlatmaya yardımcı olacak ne kadar çok şey var.” (s.32)

“Hani yazın çayırlar arasından geçerken alçaktaki bir çiçeğe değer insan ve çiçek de buna kokusunu salarak cevap verir, işte bunun gibi, insan çoğunlukla kendini ruhundaki göze çarpmayan herhangi bir  avuntunun içinde buluyor, yolu tıkanmış çavlanlar gibi hemen dile gelen bir avuntunun içinde… Sizin mektubunuz da böylesi sürprizlerle, kalbin, yalnızca arkasında tam bir yoksulluğu bırakmış olanın tanıdığı bu saf ve hoş kokularıyla dolu.” (s.34)

“Beden, zihin ve ruh arasına hiçbir zaman kesin çizgiler çekmedim: Biri, bir diğerine hizmet ve etki etti, ve her biri bana karşı harika ve enfesti.” (s.41)

Rainer Maria Rilke – Bir Genç Kadına Mektuplar

 

Edebi Bir Tutku – Anais Nin ve Henry Miller

Edebi Bir Tutku

“Beni yıkılmaz yapan şey, Henry’i yıkılmaz yapanla aynı: İkimizin de özünde bir yazar yatıyor, bir insan değil.” Anais Nin (s.6)

“Hayatta nadiren doğal olmama şaşmamak lazım. Neye doğal, ruhumun hangi haline sadık, hangi katmanına? Her an beş altı ruhtan biri arasında seçim yapmak zorundayken nasıl içten olabilirim?” Anais Nin (s.8)

“Henry Miller ile tanıştım. Hoşlandığım bir adam gördüm. Sevilesi bir adam, zorba değil ama güçlü, her şeyin duyarlılıkla farkında olan bir insan erkeği. Hayatın sarhoş ettiği bir erkek… Bana benziyor.” Anais Nin (s.13)

“Tanışabileceğini asla ummadığın kadın şimdi karşında oturuyor; konuşmaları ve görünüşü hayalindeki kadınla tıpatıp aynı. Ama asıl tuhaf olan, onu hayallemiş olduğunu bu ana kadar fark etmemiş olman.” Henry Miller (s.18)

“İçimde, bir zamanlar zengin olan, nabız gibi zonklayan bir hayatı, edebiyat onu tekrar yaratamayacak olmasına rağmen iki kapak arasına sıkıştırmanın verdiği ince, pişmanlık dolu bir hüzün doğuyor.” Henry Miller (s.18)

“Henry ve June’a ilk kez büyük miktarda para verdiğimde hepsini bir gecede içmeye harcadılar, duygularım incinmişti ama anlayışım disiplinliydi. Onlara, vermek istediğim için vermiştim, bunu yaparak onlara özgürlük bahşettim. Aksi halde veriyor değil alıyor olurdum. Sonra da sevgimi verdim. Henry sevgimi iyiye kullandı, güzelce faydalandı, ondan kitaplar yarattı.” Anais Nin (s.20)

“Bir yabancılaşma var, benden değil, ondan kaynaklanıyor. Bana olan inancını kaybetti, üstelik tam ben hayatımın en kahramanımsı mücadelesini verirken, çalımımın arkasında yatanı görebilse benimle gurur duyacağı anda. Hayatım boyunca tanıdığım en harika insandı, hâlâ öyle, gerçekten sadık olduğu söylenebilecek biri. Ona her şeyimi borçluyum.” Henry Miller (s.28)

“Senin de bildiğin gibi, biri kendini kaptırdı mı diğerinin kendini tutması gerekir ki bir denge oluşsun.” Anais Nin (s.32)

“Kadın Duncan’a şöyle diyor: Bana hükmedecek birini aradım.

Ben sana hükmetmiyor muyum? diye soruyor Duncan.

Hayır, diyor kadın, çünkü beni seviyorsun.

Hükmeden bir erkek sevmeyen bir erkektir. Muazzam bir yabani canlılığa sahiptir, fetheden bir güce. Fetheder, insanları kendine boyun eğdirir, ama ne sever ne de anlar. O sadece bir güçtür, kendi kuvvetine doymuştur. Eğer az bile olsa sevgi beslerse, kendisininki gibi bir gücedir bu, yani kendi gücünün türdeşlerini sever, diğerini değil, çünkü o bir istiladır. Hükmedeni iyi izle, bir başkasına hükmeden adamı veya kadını izle: Seven o değildir. Seven, hükmedilendir.” Anais Nin (s.37)

“Zaman zaman Alan’ın kendi kuvvetinin etiklerinden rahatsız olduğundan şüphelendim. Sevilmek gururunu okşuyor, evet, ama aslında sevilmek istemiyor çünkü sevildiğin zaman sevgiyle karşılık vermek zorundasın ve bu yapamayacağı bir şey. Kadınlar onu sevmek gafletine düşüyor çünkü onun tarafından hükmediliyorlar. Oysa o, ruhunun derinliklerinde, karşı konulmayı tercih ediyor, kendi çöplüğünde sen ve benim sevgi deyince anladığımız şeye adeta bir aldırışsızlık, belli bir çetinlikle.” Anais Nin (s.38)

“Benim aklım başımda, neredeyse fazlasıyla başımda, delilik derecesinde.” Henry Miller (s.41)

“Henry, lütfen kendi zihnime karşı bütünsel bir başkaldırı içinde olduğumu sanma, yaşadığımda, dürtülerle, duyguyla, akkor bir ısıyla yaşıyorum. June bunu anlıyordu. Paris’in içinden delice yürüdüğümüzde zihnim yoktu. İnsanlar, zaman, mekan, diğer şeyler, hiçbirini fark etmiyorduk. Otel odamda ilk kez Dostoyevski okuduğumda, birlikte gülüp ağladığımızda, uyuyamadığımda, nerede olduğumu bilmediğimde de yoktu. Ama sonrasında, anla beni, benliğimin tüm tabanı, tüm farkındalığı, tüm kontrolü kaybolduğunda, sonrasında tekrar yükselmek için, acı çekmeyi ve yanıp tutuşmayı bırakmak için gereken o muazzam çabayı gösteriyorum ve her şeyi kavrıyorum.” Anais Nin (s.42)

“Seni ne kadar düşünürsem düşüneyim,June ile yaşadığım hislerin hiçbirini sana veremem. Sana açıklamalar, genel tartışmalar verebilirim, ama hislerin kendilerini değil.” Anais Nin (s.43)

“Hayatım hayallerimin peşinde, hayallerimin içinde yaşayarak geçmiyor. Hava almak için, anlamak için yüzeye çıkıyorum.” Anais Nin (s.44)

“Ben, perdeleri yırtmadan edemeyen ben. Ama henüz değil. İstemiyorum. Gizemimi seviyorum, içinde yaşadığım soyut, fuyant dünyayı, işe koyulup, o zarif, derin, belirsiz, bulanık, şehvetlice kelimesiz hisleri, belki de asla zapt edemeyeceğin bir şeye dönüştürmeye başlamadığım sürece.” Anais Nin (s.44)

“Asla elde edemeyeceğin tek kadın ben olacağım. Ölçüsüzce yaşamak hayal gücünü eziyor: Yaşamayacağız, yazmakla yetinecek ve yelkenleri şişirmek için konuşacağız.” Anais Nin (s.54)

“Kendime tekrar tekrar soruşum, erkeklere hep böyle sarsılmaz gözlerle mi bakıyor? Sonra köylerin içinden yürümek için bir davet –yürümek, köylerin içinden değil, ücra bir meyhaneye yürümek, seni şarapla pusuya düşürmek, Arap kanının kokusunu almak. Senin kanın –bir damlasını alıp mikroskobun altına koymak istiyorum. Bir kez yarım metre yakınıma geldiğinde, yüz yüze, aramızda bir sandalyenin sırtı- kendimi nasıl oldu da tuttum? Sadece zihnini hissettiğim başka zamanlar da oldu, ve zihin kaygan, düşüncelerimin arasına sızıyor, çarklar kaymasın diye aralarına kum atmak zorunda kalıyorum. Bana bir canavara yaklaşır gibi yaklaştığını hissediyorum.” Henry Miller (s.59)

“Bilmek istediğin çok şey var. O cümleni hatırlıyorum: Değerimi sadece fahişeler biliyor. Şöyle yanıtlamak istemiştim: Fahişelerle sadece kan-bilincine ulaşabilirsin, aramızda çok fazla zihin var, çokfazla edebiyat, çok fazla aldanma- ama sen sadece zihin olduğunu inkâr ettin… Yüzüm sana tüm beklentilerimin yükseldiğini, daha yükseldiğini düşündürüyor. Ama senin farkında olan tek tarafımın zihnim olmadığını artık biliyorsun.” Anais Nin (s.60)

“Seni gördüğümde, işte sevebileceğim bir adam, diye düşündüm. Ve hislerden korkmayı birden bıraktım.” Anais Nin (s.61)

“Seninle daha tanışık olmak istiyorum. Seni seviyorum. İçimde çok karmaşık duygular uyandırıyorsun. Sana nasıl yaklaşacağımı bilmiyorum. Bana gel-bana gittikçe daha da yaklaş. Güzel olacak sana söz veriyorum. İçtenliğini o kadar seviyorum ki, neredeyse bir alçakgönüllülük gibi. Bunu asla incitemem.” Henry Miller (s.66)

“O gün aşkımın zirve zamanlarından biriydi Henry. Çığlık atmak istiyordum: Bugün Henry’ye aşığım! Normal bir günmüş gibi davranmamı, kayıtsız görünmemi belki tercih ederdin. Bilmiyorum. Yaz bana. Mektuplarına ihtiyacım var. onlar benim için gerçekliğin elle tutulur dışa vurumları.” Anais Nin (s.76)

“Ne kadar pervanemsi, ne kadar ele geçmez olsam da, parmaklarının arasından kayıyormuş gibi hissetmiyorum. Sen hissediyor musun? Mektuplarına muhtacım.” Anais Nin (s.76)

“Ne dediğini hatırlıyorum: Beni istesen kandırırsın, farkına bile varmam. Bulvarlarda yürürken bunu düşündüğüm zamanlarda. Seni kandıramam ama kandırabilmek isterdim. Yani asla tamamen sadık olamayacağım, bu bana ters. Kadınları veya hayatı fazla seviyorum, hangisi olduğundan emin değilim. Ama gül, Anais, kahkahanı duymaya bayılıyorum. Böylesine neşeli, böylesine bilge bir hoşgörüye sahip tek kadın sensin –bu kadarı yeter, sanki beni sana ihanet etmeye teşvik ediyorsun. Bunu yaptığın için seni seviyorum. Bunu yapmana sebep olan nedir, aşk mı? Ah, hem sevip hem de özgür olmak çok güzel bir şey.” Henry Miller (s.77)

“Ama mutluyum Anais. Konu sen olduğunda, senin için, seninle mutluyum.” Henry Miller (s.92)

“Beni her şeyin mümkün olduğuna inandırıyorsun.” Henry Miller (s.97)

“İnsanların ruhu yaşamdan soyutlanarak kanatlanmaz.” Anais Nin (s.98)

“Böylesine istiridye gibi olmam ve dik kafalılıkla kabuklarıma tutunmam belki yanlış.” Anais Nin (s.100)

“Dehanı daha en başından gösterdin. Beni hayrete düşürüyor. Daha doğrusu, artık beni hayrete düşüren hiçbir yanın yok. Yarın bana deseler ki, Anais Nin bir mucize yaratmış duydun mu? Hiç şaşırmam. Senden mucizeler bekliyorum.” Henry Miller (s.110)

“Hayır, yaşamın derin oluklarına inanmıyorum, sen de inanmıyorsun. Uzaktan bakınca takdir ediyor olabilirsin, ama birinin içine kendini sığdıramayacağını biliyorsun.” Anais Nin (s.135)

“İnanmaya, biri kafama vurana kadar devam ediyorum. Kafama vurma. Senin için divaneyim.” Henry Miller (s.146)

“Mektup kopyası iliştirmeyi artık bırakıyorum- bu fazla kendini beğenmişlik. Bana gülüyor olmalısın. Neyse sadece mektup yazıyorum ve daktiloda alıntı yapıyorum. Deli olmalıyım. Ama mektuplar dünyayla aramda bir bağ.” Henry Miller (s147)

“Tüm katiyetler kusurludur. Bir temada hiç yön değiştirmeden ilerlemek kusurludur. Çürümenin üzerinde durmak başlangıcımızın farkına daha iyi varabilmemiz için iyi olabilir. Sende bir başlangıcın farkındalığı var mı?” Anais Nin (s.160)

“Sana dün yazdıklarımdan rahatsız oldun mu? Çok fazla edebiyat, çok fazla fikir, bir kafede konuşmadan oturduğumuz kafamı omzuna koyup, daha eve dönmek istemiyorum Henry, dediğim anların yerini almasa da üstünü örtüyor. Sana Neagoe’dan bahsetmektense başını omzuma atmamı engelleyen şey Hugh’un fiziksel varlığı değil, yakınlığı, beni inancı ve şevkini göstererek geri kazandığında aramızda tekrar oluşan yakınlık. Sana şimdi bana bir zamanlar yazdığın şeyi söyleyebilirim: Binbir parça halimdeyim, ama beni terk etme.” Anais Nin (s.161)

“Seni tüm vasatlıkların dışına taşımak istiyorum. Clichy, sıradanlık, donukluk, seni beslemeyen, senin için yeterince iyi olmayan her şeyden uzağa.” Anais Nin (s.163)

“Henry, zaman zaman beni nasıl da istila ettiğinden neredeyse korktuğum anlar oluyor. Sana nasıl oldu da kimsenin okumadığı günlüğümü okuyasın diye verdim, henüz anlayamıyorum. Sakladığım her sırrı yavaş yavaş çözdün. Bazen karşında tuhaf şekilde korunmasız hissediyorum. Bazen adeta kenara çekiliyor, bir burama bir orama dokunmanı hayretle izliyorum. Her zaman şaşırtıcı bir özgürlük ve gurur edasıyla, gizli bir yön taşıyorum. Her zaman gizli bir yön var.” Anais Nin (s.166)

“Senin, sevilme tecrübesini benim üzerimden yaşamanı istiyorum.” Anais Nin (s.167)

“Benimleyken bir kadına dönüştün. Sadece otuz yaşında değilsin, bin yaşındasın.” Henry Miller (s.169)

“Anais, önceden seni sevdiğimi sadece zannediyordum; bu içimde şimdi olan katiyete hiç benzemiyordu. Her şey öylesine kısa ve kaçak olduğu için mi bu kadar harikaydı? Birbirimiz için birbirimize rol mü yapıyorduk? Ben daha çok mu, daha az mı bendim, ve sen daha çok mu, daha az mı sen? Bunun devam edebileceğine inanmak delilik mi? Yavan anlar nerede ve ne zaman başlayacak? Muhtemel kusurlarını, zayıf yanlarını, tehlikeli bölgelerini keşfetmek için seni o kadar yakından inceliyorum ki. Ama bulamıyorum., hiçbirini bulamıyorum. Demek ki aşığım, körüm.” Henry Miller (s.160)

“Hayatla edebiyat bir arada, dinamo aşkına, bukalemun ruhunla bana bin aşk veriyorsun, nerede olursak olalım, esen fırtına ne olursa olsun sımsıkı demirliyiz.” Henry Miller (s.171)

“Henry yavanlık asla olmayacak çünkü ikimizin de içinde daima hareket, yenilik, sürprizler var. durağanlığı hiç yaşamadım. İçe bakış bile hareketsiz bir tecrübe olmadı. Hiçliğin içinde bile mucizeler görüyorum, ve toprağı kazarak, altın madenine falan gerek yok, şevk çıkarabiliyorum.” Anais Nin (s.173)

“Bunca zamandır taammüden körüm. Kimsenin gözlerimi artık bildiğim gerçeklere açmasına izin vermedim, sen beni bir teselli olarak seviyorsun, June’un yoklukları arasında hayata katlanabilmek, sana verebileceğim mutluluk için. Sevmekten ziyade, kendinin sevilmesine izin verdin. Bende June’u, onun bir yansımasını, aramızdaki herhangi bir benzerliği aradığını sık sık hissettim. Şimdiye dek sevginin yarım olmasını, veya her neydiyse, umursamadım. Yaşayabiliyordum. Şimdi hayatımda benim senin için olduğum çekicilikte bir şey var: Beni her şeyiyle seven ve bana bir insan hayatı verebilecek biri.” Anais Nin (s.177)

“Senden sık sık şüphe ettim. Beni şüphe ettiren sendin. Benimle bir komedya oynama, Henry, çünkü en beklenmedik ve en vahşi şeyleri yapanlar benim gibi sessiz insanlardır. Gerçeği tercih ediyorum. Farkında olmadan bana aynı June’un sana davrandığı gibi davranıyorsun.” Anais Nin (s.178)

“Seni fazla seviyorum Henry ve bu korkulacak bir şey, biliyorsun değil mi?” Anais Nin (s.178)

“Zihnimin yaşı ile tecrübemin yaşı arasında saflık ve derin bir eşitsizlik var. Yazık- seni o zaman tanıyor olsam tecrübemi zihnin olgunluğuna yetiştirirdim. Seni keşke hep tanıyor olsaydım. Sana neler borçluyum Henry. Bilge kalmaya uğraşalım.” Anais Nin (s.196)

“Yola devam etmenin büyük bir iftihar getirdiğine eminim, beyinsizce bir mutluluğa doğru değil, diğer zorluklara doğru. Eski sorunu ısrarla saplantı edinmek bir yenilgi, cesaret kırılması getirirken, vazgeçmenin etkisi bir bakıma seyahat etmeye benzese gerek, yeni tecrübeler yaşamaya, açılmaya.” Anais Nin (s.198)

“Aklıma az bile olsa benzediğin kimse gelmiyor. Bana sadece kendini hatırlatıyorsun.” Henry Miller (s.201)

“Acıdan delirdim, ve snra sen geldin ve akıl sağlığımı bana geri verdin.” Anais Nin (s.203)

“İnsan araya bunca yılın girmesine izin verince elinde sadece hayaletler kalıyor.” Henry Miller (s.262)

“İlişkimizin, seni çok daha beter bir hayal kırıklığına bile uğratsam bitmeyeceğini düşünmek istiyorum. Salı günü başarısız olabilirim. Perşembe ve Cuma günlerindeyse fevkalade. İnsanların da takvimleri olur. Veya takvimdirler.” Henry Miller (s.262)

“Aslında bir diğerimizin hasta olduğunu öğrenir öğrenmez birbirimizi böylesine pohpohlamamızdan nefret ediyorum. İnsan neden hastalığının da tadını çıkarmasın? İnsan bazen sırf bir süreliğine yalnız kalabilmek için hasta olur. Vücudun zihni istila etmek için kullandığı bir yoldur bu. Elimize zihnin ne yapıp etse çözemeyeceği sorunlar geçer. Ve eziyet çeker, çaresiz hisseder ve çöküveririz. Hastalandık, deriz. Peki. Yatmaya gideriz ve, öylece hiçbir şey yapmadan yatarken, çözümü olmayan sorunlara teslim olur, zaman geçtikçe olaylara farklı bir açıdan bakmaya başlarız. Arka ayaklarımızın üzerinde dikilip o lanet aleti, zihni kullanırken yüzleşmeye cesaret edemediğimiz bazı kaçınılmaz şeylere yenik düşeriz. Buna saygım var. Sana kimsenin, sevdiğin insanın bile yardımcı olamayacağı zamanlar vardır. Yalnız kalman gerekir. Hasta olman, hastalığının içinde yuvarlanman gerekir. Ruhun buna muhtaçtır.” Henry Miller (s.264)

“Ona acı çektirdin. Benim de mi acı çekmemi istiyorsun? Sana bu harika mektupları yazabileyim diye mi? Mektuplar mı istiyorsun yoksa gerçek canlı elle tutulur ve kusurlu ve var olan bir ben mi?” Henry Miller (s.268)

“Senden aldığım tüm iyi kısımlar elle tutulamaz şeylerdi. En kalıcı, en bozulmayacak olanlar onlar. Onları reddetmem veya inkâr etmem tek kelimeyle imkânsız. İnsan büyük armağanları başından atamaz. Hep içinde kalırlar.” Henry Miller (s.270)

“Derhal gelip ruh halini turkuaza boyamak istiyorum. Sana üzerine güneş serpilmiş halimle geleceğim.” Anais Nin (s.305)

“Bana zorlama mektuplar yazmayı bırak. Beni hayal kırıklığına uğratıyorlar. Hiç almamayı tercih ederim. Kendini daktilona sürüklemen hoşuma gitmiyor. Şevksizliğini hak edecek bir şey yapmadım. Esintiler, esintileri anlıyor ve affediyorum. Zorlama mektuplar yazarak hayale hakaret etme. Bırak aksın.” Anais Nin (s.305)

“İnsanın aşkta anlayışı tekrar kurma çabalarının aslında yalnızlıktan kurtulmak için yaptığı çabalar olduğunun farkında mısın?” Anais Nin (s.315)

“Kendim yüzünden acı çekiyorum. Beni rahatsız eden daima kendi ruhum. Tamamıyla benmerkezciyim.” Henry Miller (s.319)

“Başka çağlara ait olduğumuzu söylemek bizi mumyalaştırmıyor. Geleceği biz yaratacağız.” Anais Nin (s.333)

“Ve bana yaz, yaz ki kıskanç değil özlemli olabileyim!” Anais Nin (s.343)

“Benim için kitap ciltletme. Anlamsız jestler yapma. İstediğim, sade şeyler, sıcak şeyler. Sen cebi delik bir adam gibi ortada gezinebilesin diye kendimi her şeyden mahrum bırakmaktan sıkıldım artık. Hepsinden de ötesi, üzgünüm, çünkü hep aynı. June’un hisleri de öyle. Her şey çaresizce aynı. Ve isyan. Tüm bunları arkamda bırakıp gerçek, insani bir sevginin kollarına koşma isteği. Asıl sebep, umursadığın tek şeyin kendin olması, kendi arkadaşların, kendi ruh halin, kendi halka karşı cömert olma ihtiyacın, kendi güdülerin… Ama bir çocuğunkiler gibi sorumsuz, anlamsız, herhangi bir derinlikten yoksun.” Anais Nin (s.373)

“Ne kadınsın ama! Keşke seni günün yirmi dört saati boyunca tanıyabilsek! Yine de sana inanıyorum. Mesele de bu işte. Hepimiz inanıyoruz. Ama cidden – umarım tüm aldatmalar burada biter, riski göze alıp birlikte yola çıkarız, sadece ve mutlak olarak birbirimizle ve birbirimiz için.” Henry Miller (s.386)

“Senden ayrılmam bence çok iyi oldu. Kendi hareketliliğimi uyandırdı.” Anais Nin (s.387)

“Bizim aramızda dürüstlük olamayacaksa, ne kaldı ki? Öyleyse nereye, nasıl, ah deli dünya! Hangi safra? Hangi kaya? Dehşet verici. Kendime diyebilirim ki, sen bir kadınsın ve tüm kadınlar yalancıdır, ıslah olmaz yalancılar, istisnası yoktur. Ama davranışlarının tuhaf tarafı altlarında yatan içtenlik tınısı- derin bir içtenlik. Cazibesine güveni tam olan, cazibesini sınava tabi tutmaktan keyif aldığı için paçavralara bürünen bir kraliçe gibi. Ama bundan çok daha fazlası.” Henry Miller (s.390)

“İnsanın büyücüye gitme nedeni kendi gizli istemlerini doğrulamak için. Şifa bulmak, uyarılmak veya kurtarılmak için değil, olmak istediği şey olabilmek için.” Henry Miller (s.394)

“Ama aldatma neden? Neden? Bu beni çileden çıkarıyor. Beni de aldatmak zorunda mısın? Belki de ben bunu yazarken Williamsburg sokaklarında yürümektesin. Neler yaptığını bilmezken nasıl hissedeceğim? Bana yazdıklarının hepsi asılsız. Gözlerimi kamaştırmaya uğraşma, Anais. Lastik önlüğü giy ve marul yapraklarını yıka. Sen önemli bir iş kadınına dönüşüp onca para kazanınca gözyaşlarımı tutamıyorum. Ve her gece çıkıp çapsız mekânlara gidince. Beklediğim bir odada oturup hüngür hüngür ağlaman mıydı? Hayır! Ama N.Y’e aşık olmanı, veya yüceltmeni, veya ancak bir şair tarafından anlatılabileceğini söylemeni de beklemiyordum.” Henry Miller (s.403)

“Aramız olması gerektiği gibi olduğu sürece çevremizde bir saray inşa edebiliriz. Öyle olmasını istiyorum! Somut dünyada asla başarılı olamasam bile sana farklı zenginlikler verebilirim.” Henry Miller (s.403)

“Mutlu ol! Kendi hüzünlü şeklimde ben de mutluyum.” Henry Miller (s.422)

“Sana tekrar eksiksiz olarak güvenmek istiyorum. Daima. Önseziler ve sezgiler ve kuruntularla dolu bir herif olmak istemiyorum. Mutlak doğrulardan bahsetmiyorum. İnsan ilişkilerinde mutlaklık olmaz. Etten, kemikten, kandanız. Kan bir şey diyor, duygu başka bir şey. Hatalar yapıyoruz. Asla kastetmediğimiz incinmelere neden oluyoruz. Mutlak olamaz – yoksa kısır olur.” Henry Miller (s.452)

“Sana kalbimde daima sadık kaldım.” Henry Miller (s.453)

“Beni lütfen ağır olmakla, güzel anları, kıymetli zamanları değerlendirmemekle suçlama. Yapma! Yapma! Her şeyin farkındayım, kafam seninki kadar hızlı çalışıyor, ama olaylar gelişirken üzerinde durmaktan, hatta sonrasında hüzünlenmekten bile hoşlanmıyorum. Hayat akmaya devam ediyor. Bir şey soluyor, başka bir şey geliyor. İçimizde, her şey içimizde olup bitiyor, ve o altın anları ne zaman istersek yaratabiliriz, yaratacağız.” Henry Miller (s.456)

“Sevgin benim için gerçek dışıydı, insani değildi. Benim varlığım neredeyse tamamen gereksizdi. Senden ayrıldığımda, kolların beni daha sıkı sarmalamadı bile. Bir rüyada yaşıyor, beni de öyle seviyordun ve bu beni öldürüyordu. Olumsuz ve durağandı. Başka şeyleri çok daha fazla seviyordun. Örneğin huzurun. Çekişme yok. Ve benim uzaklaşmam da bir rüya içindeydi. Onu hissetmediğini hissettim. Ve şimdi birden uyanıksın ve acı çekiyorsun. Buna dayanamıyorum, ama bu seni kurtarabilir, bizi kurtarabilir!” Anais Nin (s.461)

“Senden uzak olduğumda sürekli seni düşünüyorum, bu söylediğim ve yaptığım her şeyi etkiliyor. Ve sana ne kadar sadık olduğumu bir bilsen! Ben, seninim. Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel, ahlaksal, ruhsal olarak.” Henry Miller (s.467)

“Tüm dünya adeta senin içinde toplanmış –neden dünyayı aramaya sokaklara düşeyim ki? İnsanlarla konuştuğumda içimde korkunç şekilde güzel bir şey olduğunu hissediyorum. Kendimle başkaları arasındaki mesafeyi hissediyorum. O mesafeyi koruyorum. Artık kim olduğumu biliyorum. Artık şüphe kalmadı.” Henry Miller (s.468)

“Çok az insanın tecrübe ettiği bir şeye ulaştık. Kendimize, bildiğimiz ve hissettiğimiz kadarıyla elimizden geldiğince sadık kalmalıyız. Senin ayağın kayarsa, seni ayakta tutan ben olmalıyım. Benim ayağım kayarsa aynısını sen yapmalısın. Yoksa dünya sarsılır ve kayboluruz.” Henry Miller (s.468)

“Ağladığını söylüyorsun. Ben de ağlıyordum, sokaklarda yürürken yüzümden aşağı gözyaşları süzülüyordu. Ah, neden, neden? Neden acı çekmek zorundayız? Bu kadar hassas mıyız, her iğneye karşı böylesine savunmasız mıyız? Bu güzel ve korkunç. Ama birbirinden ayrılmaya çabalayan ikizlere benziyor. Gel, birbirimize bağlanalım, mutlak şekilde. İçime taşın, Anais, orada kal, benden asla uzaklaşma, tek bir düşüncende bile.” Henry Miller (s.470)

“Benim için ışığın ta kendisi gibisin – nereden geçsen arkandan kör edici bir aydınlanma bırakıyorsun.” Henry Miller (s.470)

“Sevgin ne kadar çarpık, ne kadar olumsuz, ne kadar içe doğru büyümüş. Bana bir işaretinle boyun eğdirebilirdin, ama bu işareti asla vermiyorsun. Şunu unutma; başkaları tarafından sevilmek istememe neden olan şey kibir değil, gerçeklik ve insancıllık ihtiyacımdı. İfade ihtiyacı… İnsan üzerine parmağını koyup diyebilir ki: işte burada, bir kalp atıyor; hareket edersem, bu insan hissediyor; çekip gidersem, bu insan fark ediyor; kaybolursam bu insan korkuyor. İçinde varım. Hayat bu, burada bir şeyler olup bitiyor. Ama senin yaşadığın yere geldiğimde, mümkün olan en ifadesiz suratla, en belirsiz, en olumsuz mimiklerle, tam bir hayaletimsi halle karşılanıyorum. Bir kadını yatağa götürmek yeterli değildir, bunu bilesin. İnsanlara daha farklı ifade biçimleri bahşedilmiş. Ben hissettiklerimi ifade ediyorum, sense bağlılığın en ufak tezahürünü bile inkâr etmek, bulandırmak ve gidermek için elinden geleni yapıyorsun.” Anais Nin (s.486)

“Şundan ibaretsin: bir kalabalığın içindeki bir Ego.” Anais Nin (s.488)

“içindeki o bir ilişkiyi hayatta tutabilmene izin vermeyen yetersizlik her neyse, ona ağıt yakma noktasını aştım artık. Bunu tamamlayacak başka bir hayat kurdum. İstediğim hiçbir şey yok. Çünkü taleplerin insanları değiştirebileceğine inanmıyorum. Sen böylesin. Kaderin bu.” Anais Nin (s.488)

“Hayatımı nasıl kazandığımın hiçbir önemi yok. Hayatını kazanmakla yaşamak ayrı şeyler. Hiçbir şey yapmadığım sıralarda daha çok hayatım vardı. Hiçbir şey yapmamaya hazırım. Saçma geldiğini biliyorum ama vardığım sonuç bu.” Henry Miller (s.544)

“Vücudun zayıf olabilir ama kanatlarının hâlâ sırtında olduklarını biliyorum. Tekrar uçacaksın, ama doğrultusunda uçmaya değer gördüğün bir hedef bulunca.” Henry Miller (s.548)

“Her tür azaptan öylesine özgürüm ve öyle geniş ve aydınlık bir ortamda yüzmekteyim ki, bizi ayıran şeyleri değil, bizi bir araya getirenleri hatırlayabiliyorum.” Anais Nin (s.574)

Anılar, Düşler, Düşünceler – Carl Gustav Jung

“Kendi ruhuna bir teleskopla baktı. Düzensiz gibi görülenleri gördü ve güzel yıldız kümeleri gibi gösterdi ve bilincine dünyaların içinde gizli dünyalar kattı.” Coleridge, Defterler (s.11)

“Yaşlanınca hem içsel hem de dışsal bağlamda gerilere, gençliğimizin anılarına dönüyoruz.” (s.13)

“Canlı kalan tüm anıların huzursuzluk ve tutku yaratan duygusal deneyimler olduklarını anladım.” (s.13)

“Yaşamımdaki dışsal olayların tümü rastlantıdır. Bana her zaman böyle olmuştur. Bu, kaderin bir marifeti. Yalnız içimdekilerin bir niteliği ve kalıcı bir değeri oldu. Sonuçta, dışsal olayların tümü silikleşti. Belki de zaten dış olaylar o kadar da önemli değillerdi ya da içsel gelişmemin aşamalarıyla örtüştükleri oranda önemliydiler. Yaşamımın dış göstergelerinin büyük bir bölümü bu nedenle yok oldular ya da tüm enerjimi onlara verdiğim için tükendiler.” (s.13)

“Birçok açıdan, başkaları gibi olmadığımı biliyorum, ama aslında nasıl olduğumu bilemiyorum.” (s.20)

“Biz denetleyemediğimiz ya da yalnızca bir bölümünü yönlendirebildiğimiz ruhsal bir süreciz.” (s.20)

“Dış dünya, içsel olanın yerini alamaz. Bu nedenle, dışsal olaylar açısından yaşamım zengin değil. Onlarla ilgili söyleyecek fazla bir sözüm de yok; anlatsam boş ve içeriksiz oldukları duygusuna kapılırım. Kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlayabilirim. Yaşamımı benzersiz kılanlar onlar ve özgeçmişim de onlarla ilgili.” (s.21)

“Tutkuya dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok zevk almam yolumu şaşırmama neden olmuştu.” (s.54)

“Üniversitedeki ilk yıllarımda, bilimin inanılmaz çoklukta bilgiye ulaşmak için kapıları açtığını fakat gerçek sezgilere çok az katkıda bulunabildiğini anladım. Katkıda bulunsa bile, bu her zaman özel bir nitelikte oluyordu. Felsefe kitaplarından, bu durumun ruhun varlığına bağlı olduğunu biliyordum. Ruh olmasaydı ne bilgi ne de sezgi olurdu.” (s.130)

“Coşkuyla ilgilendiğim konular, başkalarınca boş, bulanık ve hatta korkulacak şeyler olarak algılanıyordu. Korkulan neydi? Bu soruya yanıt bulamıyordum. O zamanı, mekânı ve nedenselliği kısıtlayan, sınırları aşan olaylar olabileceği olasılığı ne ilk kez ne de dünyayı sarsacak nitelikteydi. Hayvanların fırtınaları ve depremleri önceden sezebildikleri bilinen bir gerçekti. Birinin ölümünü haber veren düşler, ölüm anında duran saatler, kritik bir anda tuzla buz olan camlar olmuştu. Çocukluğumun dünyasında bunlar olağan sayılırdı. Oysa şimdi, bunlardan sanki benden başka kimsenin haberi yoktu. Ciddi ciddi ne tür bir dünyaya çattığımı düşünmeye başladım. Anlaşılan, kentsel dünyanın ne dağlardan, ormanlardan, nehirlerden ve hayvanlardan oluşan gerçek dünyadan, yani kırsal dünyadan ne de Tanrı’nın düşüncelerinden haber vardı. Bu düşünce beni rahatlatıp özsaygımı yeniledi. Tüm öğrenme zenginliğine karşın, kentsel dünyanın zihinsel açıdan oldukça kısıtlı olduğunun bilincine varmıştım. Bu sezgi tehlikeli oldu çünkü beni kendini beğenmişlik nöbetlerine, yersiz eleştirilere ve saldırganlığa yöneltti. İnsanlar benden hoşlanmamaya başladılar.” (s.132)

“Her terapistin başka bir bakış açısına açık olabilmesi için üçüncü bir kişiye gereksinimi vardır. Papanın bile itiraflarını dinleyen biri var. Analistlere her zaman, kendinize itiraflarınızı dinleyecek bir baba ya da bir anne bulun, öğüdünü veririm. Özellikle kadınlar, bu rol için biçilmiş kaftandır. Kusursuz sezgileri ve keskin eleştirel iç görüşleri vardır. Erkeklerin içlerini okurlar ve animalarının karmaşıklığını görürler. Bu nedenle hiçbir kadın kocasını süpermen sanmaz!” (s.166)

“Gerçek deneyimin ve gerçek ruhsal yaşamın üzeri örtülür ve bilinen kavramların kullanıldığı güvenli ama yapay, iki boyutlu kavramsal dünyaya sığınılmış olur. Deneyim soyutanır ve gerçeğin yerini alan sözcükleri kullanılmaya başlanır. Hiç kimse kavramlara uymak zorunda değildir. Kavramların iyi tarafı insanları deneyimlerden uzak tutmalarıdır. Ruh kavramlarda yaşamaz, eylemlerde ve olgularda yaşar. Sözcüklerle bir şey elde edilemez, yine de bu prosedür sonsuza dek tekrarlanır. Bu nedenle hastalarım arasında, yalanı alışkanlık haline getirmişlerin dışında en zor ve en az minnet duyanlar entelektüeller olmuştur. Bir dedikleri bir dediklerine uymaz. Bir kompartıman psikolojisi oluştururlar. Duygularını denetleme gereği olmadığında her şeye verebilecekleri hazır bir yanıtları vardır. Oysa duyguları gelişmemişse onlar da nevrotik olurlar.” (s.176)

“Yaralı nasıl kendini yaralarsa, iyileşen de kendini iyileştirir.” (s.256)

“Bazen, tüm çevreyi kapsıyorum gibi bir duyguya kapılıyorum. Her ağacın, her dalganın, bulutların ve gelip geçen her hayvanın içindeyim. Mevsimlerin ve nesnelerin de.” (s.267)

“Elektrik olsun istemedim. Kendi sobamı ve kendi ocağımı kendim yakıyorum. Akşamları gaz lambası kullanıyorum. Çeşme suyu da yok. Suyu kuyudan ben çekiyorum. Odun kesiyorum ve yemeğimi kendim yapıyorum. Bu basit işler, insanı sade yapar. Sade olmak da öylesine zordur ki!” (s.267)

“Ruhumuz ve bedenimiz, atalarımızda da olan bireysel öğelerden oluşur. Bireyin ruhundaki yenilik, çok eski öğelerin sonsuz değişimlerinden biridir. Bu nedenle ruhun ve bedenin yoğun bir biçimde tarihsel nitelikleri vardır ve bunlar bir varlık dünyaya geldiğinde, kendilerine bu yeni şeyin içinde doğru dürüst bir yer bulamazlar, yani atalarımızdan gelen nitelikler bu yeni şeyle tam uyum içinde değildirler. Günümüz ruhu çağdaş olduğunu savunsa da, insanoğlunun ne Ortaçağ’la ne Antik Çağ’la ve ne de ilkellikle işi bitmiştir. Buna karşın, bizi köklerimizden uzaklaştırdıkça artan bir gelişme seline kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Çoğu zaman, geçmişten kopmak, geçmişi yok etmek demektir. Böyle olduğunda, ileriye doğru gitmekten başka bir olasılık kalmaz. Oysa medeniyetimizin getirdiği hoşnutsuzluk, köksüzlüğümüzün ve geçmişle bağlantımızın yitmesinin sonucudur.” (s.278)

“Doğanın yarım bıraktığını sanat tamamlar, der simyacılar. Ben, yani bir insan, gizli bir yaratıcılıkla, dünyaya nesnel bir varoluş katarak, ona kusursuz damgasını vurmuştum. Böyle bir davranışı ancak yaratıcı yapabilir denir. Oysa böyle dersek yaşamı, en ince ayrıntısına dek ayarlanmış ve daha önceden saptanmış kurallara göre işleyen bir makine gibi görürüz. Saat gibi işlediğini düşünürsek, insanın, düyanın ve Tanrı’nın trajedisi bu tablonun dışında kalır ve yeni ufuklara yol açacak yeni günler doğmaz. Geriye de, tasarlanmış, can sıkıcı bir işlemden öte bir şey kalmaz.” (s.300)

“Doğanın sınırsız bilgi içerdiği doğru ama bu bilgileri bilinç yalnızca zamanı geldiğinde algılayabiliyor. Büyük bir olasılıkla bu süreç insan ruhunda da olan bir olguya benziyor. Yıllarca bir şeyden kuşkulanırız, ama gerçeği ancak belirli bir an geldiğinde açıkça kavrayabiliriz.” (s.358)

“Batılı insan durağan bir dünyanın anlamsızlığına dayanamaz. Anlamı olduğunu düşünmek zorundadır. Doğulunun böyle bir varsayıma gereksinmesi yoktur çünkü kendisi bu düşüncenin somutlaşmış halidir. Batılı dünyanın anlamını tamamlamak gereksinimi içindeyken, Doğulu dünyayı ve varoluşu kendisinden uzaklaştırmaya çalışarak anlamı insanın kendisinde gerçekleştirmeye çalışır.” Buddha (s.367)

“Dünya bizim başımıza gelen bir olgudur ve biz çok büyük bir belirsizliğin kurbanları olduğumuz için acı çekeriz.” (s.394)

“Mantığı göz ardı edemeyiz ve etmemeliyiz ama içgüdülerimizin bizim yardımımıza koşacağı umudunu da yitirmememiz gerekir.” (s.394)

“Beni anlamadıklarını gördüğümde, iletişim kurmaktan hemen vazgeçtiğim için birçok insanı kırdım. İlerlemem gerekiyordu. Hastalarımın dışında, insanlara karşı sabırlı olamadım. Bana uygulanan ve seçme özgürlüğümü elimden alan içimdeki bir yasaya uymak zorundaydım ama kuşkusuz, her zaman ona uyamadım. Hangimiz yaşam boyu tutarlı olabilirz ki? İç dünyama uydukları sürece bazı insanlar için hep vardım ve onlara kendimi yakın hissederdim, ama sonra beni onlara bağlayan bir şey kalmazsa onlardan kopardım. İnsanların bana söyleyecek bir şeyleri kalmasa da varlıklarını sürdürdüklerini öğrenmem hiç de kolay olmadı. Birçok insanda beni heyecanlandıran insanca bir canlılık buldum ama bu heyecanı psikolojinin büyülü dairesi içinde kaldıkları sürece duyuyor, bir an sonra, onları aydınlatan projektör başka bir yöne döndüğünde artık görülecek bir şey bulamıyordum. Birçok insana karşı yoğun bir ilgi duydum ama içlerini okur okumaz ilgim sönerdi. Bu yüzden çok düşman edindim. Yaratıcı bir insan, yaşamını çok az denetleyebilir. Özgür değildir, şeytanı onun elini kolunu bağlar ve onu yönetir.” (s.412)

“Doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahi bir güzelliği var. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlı. Anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. Ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. Büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. Yaşam anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum.” (s.414)

“Her şey apaçık, bulanık gören benim.” Lao Tzu (s.414)

Seçki: Elif Gizem

“BENCE ÖLÜMÜN ALTERNATİFİ HAYAT DEĞİL, HAKİKAT.”

“BENCE ÖLÜMÜN ALTERNATİFİ HAYAT DEĞİL, HAKİKAT.”

“Yazma zevkini keşfedebilmem için yurtdışına çıkmam gerekti…. Kendi dilimi kullanma imkânsızlığı içinde bulunurken, dilimin bir yoğunluğu, bir kıvamı olduğunu, soluduğumuz hava gibi olmadığını, aksine kendi yasaları, kendi kestirme yolları, dehlizleri, çizgileri, yokuşları, yamaçları, girinti çıkıntıları, kısacası bir fizyonomisi olduğunu, bir peyzaj oluşturduğunu ve bu peyzajda kelimelerle cümleler etrafında dolaşılabileceğini, özetle önceden göremediğim bakış açıları olduğunu fark ettim.

Bana yabancı olan bir dili konuşmak zorunda olduğum İsveç’te, o birden dikkatimi çeken fizyonomisiyle kendi dilimin, yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yer’siz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”(s.29)

Michel Foucault: (…) Batı şüphesiz Mallermé’yle birlikte yazının kutsal bir boyutu bulunduğunu, başlı başına bir etkinlik olduğunu, geçişsiz olduğunu öğrendi. Yazı kendi kendisinden yola çıkılarak kurulur; bir şey söylemek için, göstermek için, öğretmek için değil, sırf orada olsun diye. Bu yazı, şu an için bir bakıma dilin varlığının adeta anıtıdır. Kendi yaşanmış deneyimim açısından, yazının bana kendini bu şekilde sunmadığını itiraf edeceğim. Yazıya karşı neredeyse ahlaki bir güvensizliğim olmuştur hep. (s.28)

(…) Cerrah uyutulmuş bedende lezyonu bulur, bedeni kesip diker, ameliyat yapar; bunların hepsi suskunluk içinde, sözün mutlak yokluğu içinde olur. Sarf ettiği sözler, teşhis ve tedaviyle ilgili kısacık değinilerden ibarettir. Hekim tek kelimeyle hakikati söylemek ve reçeteyi yazmak için konuşur. Hiç şüphe yok ki sözün bu klinik tıp pratiğinde işlevsel olarak çok değersiz olması, üzerimde uzun süre etkili olmuştur, bundan on-on iki yıl öncesine kadar söz benim için hep hava civaydı. (s.31)

(…) Söylem, şeylerle aramızda duran ve onları görmemizi engellemeyen saydam bir film değildir sadece, olanın ve düşünülenin aynası değildir sırf. Söylemin kendi kıvamı, kalınlığı, yoğunluğu, işleyişi vardır. Ekonomik yasalar gibi söylemin de yasaları vardır. Anıtlar gibi var olur söylem, teknikler gibi, toplumsal ilişki sistemleri gibi var olur. (s.32)

(…) Bence ölümün alternatifi hayat değil, hakikat. Ölümün beyazlığı ve ataleti içinde bulunacak şey, kaybedilmiş hayat ürpermesi değil, hakikatin titiz konuşlanmasıdır. (…) Yazmak, esasen başta görmediğim bir şeyi sonunda bulmamı sağlayan bir işe girişmektir. Bir inceleme, kitap falan yazmaya başladığımda nereye gideceğini, nereye varacağını, neyin doğruluğunu göstereceğini bilmem gerçekten. Neyi göstereceğimi ancak yazma hareketim içinde keşfederim, yazmak adeta yazmaya başladığım anda söylemek istediğimi teşhis etmektir. (s.37-38)

CLAUDE BONNEFOY— Michel Foucault, bu söyleşilerde amacım kitaplarınızda harikulade bir şekilde dile getirdiğiniz şeyleri size yeniden söyletmek, kitaplarınızı bir kez daha yorumlatmak değil. Gönlümden geçirdiğim bu söyleşilerin, bütünüyle olmasa bile en azından büyük ölçüde, kitaplarınızın sayfa kenarlarına ilişmesidir — kitaplarınızın arka yüzünü, hatta gizli örgüsünü keşfetmemize olanak tanımalarıdır. Öncelikle ilgimi çeken şey de yazıyla bağınız. Ama bunu söyler söylemez de kendimizi bir paradoks içinde buluyoruz. Şu anda konuşmamız gerekiyor, ama ben size yazıyı soruyorum. Hazırlık niteliğinde bir soruyu sormak da kaçınılmaz görünüyor: Bana lütfettiğiniz bu söyleşilere yaklaşımınız nedir; daha doğrusu oyuna başlamadan sorayım, söyleşi dediğimiz türe nasıl bakıyorsunuz?

MICHEL FOUCAULT— İlk olarak şunu açıklığa kavuşturayım, heyecanlıyım. Bu söyleşilerden neden çekindiğimi, sonunu getirememekten neden korktuğumu pek bilmiyorum aslında. Düşününce acaba şundan mı diyorum kendi kendime: Üniversitede çalıştığım için, bir bakıma statüye bağlı birtakım söz biçimlerinden yararlanıyorum galiba. Yazdığım bir şeyler var ki bunlar makaleler, kitaplar, her halükârda gidimli ve açıklayıcı metinler oluşturmaya yönelikler. Statüye bağlı bir söz daha var, o da öğretim etkinliğinin sözü: belirli bir dinleyici kitlesine konuşma, onlara bir şeyler öğretme. Statüye bağlı son söz türü ise akademisyenin çalışmasını, araştırmasını açıklamak için bir izler çevreye veya meslektaşlarına verdiği konferansın ya da yaptığı sunumun sözü.

Söyleşi dediğimiz türe gelince, bunu pek tanımadığımı itiraf edeceğim. Söz âleminde benden daha çok hareket eden; söz evrenini engelsiz, kurumsuz, sınırsız, hudutsuz, özgür bir evren olarak gören insanlar, sanırım, söyleşilerde kendilerini rahat hissediyorlar ve “Bu nedir?” veya “Ne söylemek lazım?” sorusunu kendilerine pek sormuyorlar. Bana öyle geliyor ki bu insanlar dilin içten içe katettiği insanlar ve mikrofonun varlığı, soru soran birinin varlığı, telaffuz ettikleri sözlerden bir kitabın oluşturulacak olması onları pek etkilemiyor ve onlara açılan böyle bir söz mekânında kendilerini tamamen özgür hissediyorlar. Bense hiç öyle hissetmiyorum. Dahası, neler söyleyebileceğimi ben de merak ediyorum.

C. B.— Bunu hep birlikte keşfedeceğiz.

M. F.— Daha önce söylediklerimi burada yeniden söylemem söz konusu olmayacak, dediniz. Bana öyle geliyor ki ben bu dediğinizi yapamayacağım. Üstelik benden istediğiniz de birtakım itiraflar, hayatım, hissettiklerim değil. Öyleyse eser sınıfında da, açıklama veya şerh sınıfında da, itiraf sınıfında da olmayan bir dil, bir söz, bir teati, bir iletişim düzeyi bulabilmemiz gerekiyor. Hadi bakalım, bir deneyelim. Yazıyla bağımdan söz ediyordunuz.

C. B.— Deliliğin Tarihi’ni veya Kelimeler ve Şeyler’i okuduğumuzda bir şey insanı çarpıyor: Bir yandan çok net ve nüfuz edici bir analitik düşünce var, bir yandan da onu ayakta tutan ve gidiş-gelişleriyle yalnız bir filozofun kaleminden çıkmadığını, ortada bir yazar olduğunu açığa vuran bir yazı. Eseriniz üzerine yazılmış yorumlarda size ait fikirleri, kavramları, analizleri bulabiliyoruz, ama metinlerinize daha geniş bir boyut kazandıran, onları sadece gidimli yazıya değil aynı zamanda edebi yazıya da ait olan bir alana açan o ürpermeyi göremiyoruz. Sizi okurken, düşüncenizin hem katı hem de yoğrulmuş bir anlatımdan ayrılamayacağı; cümle bu şekilde ahengini bulmuş olmasa, o ahenkçe bu şekilde taşınmış ve geliştirilmiş olmasa düşüncenin bu kadar doğru olmayacağı izlenimini ediniyoruz. Bu nedenle yazma olgusunun sizin için neyi temsil ettiğini sormak istiyorum.

M. F.— Önce şunu açıklığa kavuşturayım: Yazının kutsal yönüyle büyülenmiş biri değilim. Kendini edebiyata veya felsefeye adamış kişilerin büyük kısmının şu anda böyle bir büyülenme yaşadığını biliyorum. Batı şüphesiz Mallarmé’ yle birlikte yazının kutsal bir boyutu bulunduğunu, başlı başına bir etkinlik olduğunu, geçişsiz olduğunu öğrendi. Yazı kendi kendisinden yola çıkılarak kurulur; bir şey söylemek için, göstermek için, öğretmek için değil, sırf orada olsun diye. Bu yazı, şu an için bir bakıma dilin varlığının adeta anıtıdır. Kendi yaşanmış deneyimim açısından, yazının bana kendini bu şekilde sunmadığını itiraf edeceğim. Yazıya karşı neredeyse ahlaki bir güvensizliğim olmuştur hep.

Michel Foucault, Güzel Tehlike