Kusurlu ideal

“Ünlü ve muhtemelen uydurma bir anekdot, nobel ödüllü Anatole France’la güzeller güzeli yetenekli dansçı Isadora Duncan’ın 1923’teki buluşmasını anlatır. O dönemdeki popüler insan ırkının ıslahı hareketini tartışırken Duncan, “benim güzelliğim ve senin zekana sahip bir çocuk düşünsene!” dediğinde France yanıtlar: “tabii, ama ya benim güzelliğim ve senin zekanı alırsa ne olur bir düşünsene.”

kusurlu bir idealle yola çıktığınızda, kusurları ancak idealin gerçekleşmesi yakınsa fark edersiniz.”

yuval noah harari

Henüz Yolcuyum – Sohrab SEPEHRİ

Henüz Yolcuyum – Sohrab SEPEHRİ 
Çev. Damla ANAR

Kendi Kaleminden Sohrâb’ın Yaşam Öyküsü

Kaşanlı’yım. Ama Kum’da doğmuşum. Kimliğime doğru yazılmamış. Annemin dediğine göre mehr ayının on dördünde dünyaya gelmişim. Saat tam on ikide. Annem ezan sesini duymuş. Kum’da fazla kalmamışız. Golpâyegan ve Hansar’a  gitmişiz. Sonra da baba toprağına. Renkli bir çocukluğum oldu. Çocukluk yıllarım, korku ve hayranlıkla kuşatılmıştı. Babamın ailesi ile aynı evde yaşıyorduk. Evimiz kocamandı. Bahçesi vardı. Her türlü ağaç vardı. Öğrenmek için iyi bir yerdi. Toprağı kürekle kazardık. Bir şeyler ekerdik. Aşılardık. Budardık. Bu evde, babam ve amcalarım tuğla yaparlardı. Duvar örerlerdi. Kalıp ve lehim yaparlardı. Dikiş makinası ve bisiklet tamir ederlerdi. Tar yaparlardı. Ayakkabıcılığa da el atmışlardı. Fotoğrafçılıkta kendilerine has bir zevk geliştirmişlerdi. Fotoğraf çerçevesi de yapıyorlardı. Marangozluk ve tornacılıkta da ilerlemişlerdi. Takke dikerlerdi. Sedeften düğme ve küpe yaparlardı.

Babam hasta olduğunda küçüktüm. Ve ömrünün sonuna kadar iyileşmedi. Babam telgrafçıydı. Resim yapardı. Hattattı. Tar çalardı. Beni resim yapmaya o alıştırdı. Bana telgraf (Mors) alfabesini öğretti. Böyle bir evde öğrenecek çok şey vardı.

Halı örmeyi öğrendim. Üzerinde kendi yaptığım resimlerin olduğu birkaç küçük halı dokudum. Duvarcılığa nasıl da aşıktım. Çok iyi duvar örerdim. Muntazam beşik tonoz örerdim. Mimar olmak istiyordum. Ne yazık ki mimarlığın peşine düşmedim.

Evimiz sessiz sakin bir ev değildi. Nerede bir ağaç görsem tırmanırdım. Çatıdan aşağı atlardım. Annem zayıf kalacağımı söylerdi. Dediği gibi oldu, zayıf kaldım. Biz, bir evin çocukları, yaramaz resimler çizerdik.

1940 senesinin onuncu gününde büyük amcamın motosikletini çaldık ve bir müddet bindik. Meyve hırsızlığını çok erken öğrenmiştik. İnsanların bahçelerinin duvarına tırmanırdık ve incir ile nar çalardık. Ne keyifliydi. Geceleri, Sâfiâbad Çölü’nde göğsümüzün üzerinde sürüne sürüne karpuz ve salatalık tarlalarına kadar giderdik. Karanlık ve acıyı bağrımıza basardık. İyi bir alıştırmaydı. Hâlâ ne zaman elimi bir meyveye yaklaştırsam, o tanıdık acıyı hissederim.

Evimiz çöle komşuydu. Bütün rüyalarımda çöle yer vardı. Babam ve amcalarım avcıydı. Onlarla ava giderdim.

Büyüdüğümde, küçük amcam bana ok atmayı öğretti. İlk vurduğum kuş bir gökkuzgunuydu. Avlanmak beni hiçbir zaman hoşnut etmedi. Ama beni günbatımından önce çöle çeken de avcılıktı. Ve sabah havasını, düşüncelerimin ortasına yerleştirirdi. Avda, doğanın organizmasını perdesiz olarak gördüm. Ağaç kabuğuna dokundum. Akan suda elimi ve yüzümü yıkadım. Rüzgârda savruldum. Temaşa için ne büyük heyecanım vardı.

Eğer bir gün güneşin doğuşunu ve batışını görmediysem, günahkârdım. Karanlığın ve aydınlığın havası, beni murakabe ehli olarak yetiştirdi. Bana görünenin ardındakini temaşa etmeyi öğretti. Ben yıllarca namaz kılmışım. En büyükler kılıyordu, ben de kılıyordum. İlkokuldayken bizi namaz kılmak için mescide götürürlerdi.

Bir gün mescit kapalıydı. Yolun başındaki bakkal dedi ki: “Namazı mescidin damında kılın da Allah’a birkaç metre daha yakın olun.” Benimle ağır bir şekilde dalga geçmek, etrafımdakilerin dini, mezhebi olmuştu. Ve ben yıllarca, Tanrısı olmayan bir dindar olarak kaldım.

Sohrap Sepehri

sakalsız bir oğlanın tragedyası

sakalsız bir oğlanın tragedyası

yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece

öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde

akşam
hüznümün soluk aynası
vurdukça yüreğime kanım oynaşır
derinleşir acısı parmakuçlarımın
kırmızı bir ölümü görmüş gibi
kanarım

ben işte eksik bir birikimin tortusuyum

geçmişlerde yoğrularak çocukluğum
bana hep acıyı ve hüznü öğretti
hüznüm ki

hüzünlerin çiçek açmış biçimidir

sabah

taşıyarak bir celladı odama
aşkımın ve bırakılmışlığımın celladını
hüznümle ve çirkinliğimle yargılamadan beni
tanıdığım bir ölümle tehdit ediyor

yalnızlık her sabah öldürüyor beni

yalnızlık yenilmeyen gladyatör

bana eski bir ölümü anımsatıyor

çalınmamış kapıları biz çaldık korkusuzca

hep kötü bakışlı insanlardı karşımıza çıkan

yoruldum

değiştirmekten kanını yüreğimin
her gün yeniden başlayan
çığırtkan bir şarkıyı söylemekten
her gün
yeni bir şarkı bestelemekten

kalbim

bu acıya dayan
varsın işkenceler dağlasın seni
duru bir gök için vahşete katlananlar
acıyı bir silah gibi göğsünde saklamalı
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
günler sarmal bir yay gibi
bunu unutma
bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
seni ben her yerinden öperim
beni unutma
çünkü umut bir kapının bir kapıya açılmasıdır
arkadaş z. özger